Connect with us

Öykü

Zeynep Şahin – Saç Kurutma Makinesi

Dışarda sepken yağan yağmur, pencere kenarından içeriye sızıyordu. Suyun duvardan aşağı akmasını engellemek için pencere önlerine eski havluları tepmişti. Nemin vurduğu tavan yer yer lekeliydi. Nemin vurduğu vücut da tavan gibi ıslak olduğundan üzerine giydiği kat kat elbise ısıtmıyordu. Bir yaşındaki kızı battaniyeye sarılı, altı yaşındaki oğluysa yanında titriyordu. Sobaya yerleştirdiği ıslak odunları eski kamyon lastiğiyle tutuşturmaya çalıştı. Lastik kendi kendine yanıyor, sönüyor, odunlar tutuşmuyordu. Saç kurutma makinesiyle sobanın içine rüzgâr yaptı yine de olmadı. Sobanın yanacağından umudunu kesti. Buz gibi evin nemli duvarlarına baktı.

Saç kurutma makinesini çalıştırıp titreyen oğlunu ısıttı. Sonra kızına doğru tuttu biraz da onu ısıttı. Oğlunun eline saç kurutma makinesini tutuşturdu. Açma, kapama düğmesini gösterdi. Arada bir açarak hem kendisini hem kardeşinin ısıtmasını söyledi. Televizyondan çizgi film açtı. Yan odaya geçti, tavanda çakılı duran salıncak demirine baktı.

Balkona çıktı. Yağmur suyuna aldırış etmeden balkon demirlerine bağlı mavi plastik çamaşır kablosunu penseyle kesti. Kablonun bir ucunu eline almış diğer ucuysa yürüdükçe yerde sürüyerek tavanda salıncak demiri olan odaya tekrar geldi.

Ağlayarak son birkaç ayı düşündü.

***

Gecesinde hiç uyuyamadığım ilk iş gününün sabahında erkenden kalktım. Mersin – Adana yolu üzerinde iplik fabrikasında çalışacaktım. Burası eskiden Sabancılarınmış, Küçük Almanya derlermiş, maaşının yüksekliğini anlatabilmek için. Sabancılar fabrikayı başkasına satmış ama olsun, buranın namı var, eski Küçük Almanya sonuçta. Paramızı gününde avucumuza sayarlar. Servis aracı Baraj Yolu Groseri Market önünden bizi aldı. Yol boyunca yemyeşil arazilerden, portakal bahçelerinden geçtik. Fabrikanın önüne gelince durduk.Gözünün alabildiği yer fabrika yerleşkesiydi. Koca koca yapılar dizilmiş. Bir bacası var, tüm mahallenin bacalarını birleştirsen onunki kadar etmez, görülmüş şey değil. Geriden bakınca bunların insan yapımı olduğuna şaşıyorsun. Lisedeki okul laboratuvarında gördüğümüz deney araçlarını büyütmüşler gibi duvarlar, borular kıvrım kıvrım kıvrılıyor. Fabrika girişinde sırayla xrayden geçtik, çantamızı da cihaz kontrol etti. Kıdemli bir işçiye, “Her gün böyle aramadan mı geçeceğiz?” diye sordum. “Çok eskiden Sabancıların iş yerine bir kız çaycı olarak girmiş, Özdemir Sabancı’yı tabancayla vurmuş,” dedi. Ondan beri her gün sabah aranıyorlarmış. “İyi de buralar artık Sabancıların değilmiş,” dedim. “Birçok şey değişti ama bu değişmedi” dedi. Olsun, varsın her gün tepeden tırnağa arasınlar, işimiz burasıya. Arama noktasından geçtik. Çalışacağımız birimin koca kapısından içeri girdik. Bize gösterilen tulumları giydik. Ustabaşı benimle birlikte başlayan on beş kişiyi karşısına dizdi. Makineleri tanıttı. Giriş, çıkış zamanımızı anlattı. Tuvaletin, yemekhanenin yerini gösterdi. Biz fabrikanın kadrolu işçileri değilmişiz. Taşeron firma Tuğçe’nin çalışanlarıymışız. Fabrika ödeneğimizi Tuğçe’ye aktaracak, onlar da bize ödeyecekmiş. Hizmet satın alınması böyleymiş. Kadrolu işçilerle yaptığımız iş aynıymış. Aybaşında maaşımız yatsın da kim yatırırsa yatırsın. Kocam kaynak işçisiydi, altı aydır işsizdi. Ben de yazları tarımda çalışıyordum. Bebek küçük diye geçen yaz çalışamadım. Kocam bu sürede pazarcılık yaptı. Elimizdeki parayı da mal alacağım diye verdi. Para gitti, mal gelmedi. Kalan son kuruşumuzla da dolandırıldık. Dört aydır borçla geçiniyoruz. Şans bu ya o Osmaniye’de kaynak işi buldu. Adana- Osmaniye arası uzak ha deyince eve gelemiyor, çalıştığı şantiyede kalıyor ama olsun. Ben de fabrikaya başladım. Çocuklara annem bakıyor. Çalışıyorum ya maaşımızı ha fabrika ödemiş, ha taşeron firma ödemiş hiç önemli değil. Kocam borçları ödeyecek, ben evi geçindireceğim.

Ustabaşının eğitiminden sonra kıdemli işçilerin gözetiminde iş yapmaya başladık. Cihazların arasından ipler işlenip geliyor, bir makaraya sarılıyordu. Her şey o kadar hızlı hareket ediyordu ki nereye bakacağımızı şaşırıyorduk. Çocukken anneannemin kirmeni bacağında bükerek ip eğirmesini hatırladım. Binlerce anneanne toplansa bir makine kadar ip eğiremezdi. Makineleri kontrol etmeye dikkatim yetecek mi şüpheye düşmüştüm. Öğle yemeği saatinde sırayla yemeğe çıktık. Makineler beş dakika bile boş durmuyormuş. Geceleri bile kapatmazlarmış. Biz iki ay boyunca deneme süresinde olacakmışız. İşe alışınca gece vardiyasına kalacakmışız. Dünyanın bütün iplikleri burada üretiliyor olmalı. Tüm Adana’nın yıllık iplik ihtiyacını bir saatte üretiyoruz diye düşünüyorum. Cihazlardan çıkan iplik sarılı makaralar kutulara doluyor, saatte bir araçlarla toplanıyor, satış ofisine götürülüyordu. Satış ofisinden kamyonlara yüklenip dünya turuna çıkıyorlarmış. İplikleri dünyaya biz yayıyoruz, daha ne olsun.

Akşam servise bindiğimde yorgunluktan uyumuşum. Groseri Market önüne geldiğimizde uyandım. Maaş almış gibi markete girdim, bir ay sonra alacaktım sonuçta. Çocuklara ıvır zıvır, eve de et aldım. İlk iş gününü kutlamayalım mı? Elim kolum dolu Baraj Yolu’nun hemen arkasında İbo Osman’daki evimize vardım. Oğlum etrafımı sardı. “Anne maaşını alınca bana kamyon alacaktın, unutma ha!” diye hatırlattı.

***

On günde bağımsız çalışmaya başlamış, bir ayın sonunda usta işçi olmuştuk. Makinelerin hızına yetişiyorduk. Dünyaya dağılan iplikler bizden sorulmaya başlamıştı. Maaş günü geldi. Sırasıyla çıktığımız yemek arasında ben yokken Tuğçe’nin yetkilisi gelmiş, fabrikanın kendilerine para yatırmadığını, yatırdığı dakika maaşımızı hesabımızda göreceğimizi söylemiş. İlk yemek yiyen grup bizden iş devralırken denileni bize de aktardı. Sağdan soldan aldığım borç para da suyunu çekmişti. Gün sayıyordum maaş zamanı gelsin diye. Kocam aylığını almış, eski borçlara vermişti. Neyse, birkaç gün daha dayanalım, koskoca fabrika yatırır herhalde paramızı. Yetkili insanlar yalan söyleyecek değil ya.

Akşam eve gidince annem maaşımı aldığımı umarak, elime baktı. Market alışverişi yapamamıştım. Anneme fabrikadaki yetkilinin dediğini anlattım. Annem derin bir iç çekerek “Hayırlısı” dedi. Çaresizliğimizin en baş cümlesi “Hayırlısı”. Başka diyecek bir şey yoksa ne denir “Hayırlısı”.

İkinci ayın sonu geldi. Ürettiğimiz iplikleri birbirine bağlasan dünyanın etrafını sarardı. Maaşımız yatmadı. Bu defa yetkili kişi benim de öğlen yemeği yediğim sıra geldi. Boynunda kravatı, siyah takım elbisesi, elinde evrak taşıdığını sandığım çantasıyla karşımızda dikildi:

“Afiyet olsun,” dedi.

“Sağ ol şef, buyur beraber olsun,” dedik.

Başını eğdi, bıyıklarını yemeye başladı, başını kaldırdı. Gözlerini herkesten kaçırdı, karşıda boşluğa bakarak:

“Bize bu ay da ödenek yapılmadı. Sizler iki aylık deneme süresindeydiniz, iş akdinize son verildi” dedi.

“Nasıl son verildi? İki aylık ödeneğimiz ne olacak?”

“Bize ödenirse biz de size öderiz. Fakat bize de herhangi bir para aktarılmadı. İsterseniz çalışmaya devam edin ama ödenek yok.”

Nohut, pirinç pilavı, lahana turşusu yiyorduk. Tabaklarımız öylece kaldı. Masadan kalktık. On beşimiz de fabrika müdürünün binasına gittik. Yönetim binası maharetli bir heykeltıraşın elinden çıkmış, beyaz porselene benziyordu. Tepesinde kocaman “Beyaz Saray” yazıyordu. Girişteki güvenlik görevlisi bizi durdurdu. Derdimizi anlattık. Bir odaya aldı, birilerini aradı. Beş, on dakika sonra buraların hepsinin sahibi benim edasında forslu bir adam geldi. Biz daha ağzımızı açamadan, “Evet, nedir derdiniz?” diye sordu. İçimizden biri yutkunarak anlattı. Diğerlerimiz onu dinlerken başımızı eğdik.

“Efendim, iki aydır çalışıyoruz, paramızı alamadık. Bugün de işten çıkarıldığımızı öğrendik.”

“Biz parayı taşerona ödedik. Siz bizim çalışanımız değilsiniz, siz onların çalışanısınız. dedi. Yüzüne baktık şaşkınca, “Sizin bu fabrikayla alakanız yok, gidin derdinizi taşerona anlatın. diye ekledi.

“Efendim, onlar da sizin parayı yatırmadığınızı söyledi.”

“Alakası yok. Koskoca fabrika. Biz anında yatırdık. Dediğim gibi onlardan hizmet satın alıyoruz. Gerisi taşeron firmayla sizin aranızda!”

İki ay boşa çalıştığımızı anladık. Taşeronla fabrika arasında kalmıştık. Kime inansak da cebimizde para yoktu. Arkadaşlardan; “Fabrikanın önünde oturalım.” diyenler oldu. Akşam servisiyle eve gittik. Yarın işe geliyor gibi gelecek, fabrika önünde oturacaktık.

Olanları anneme anlattım.

“Yarın bir git ama o para yandı, alamazsınız. dedi.

Ertesi gün sabah servis aracı bizi almadı. “Kesin talimatımız var.” dedi şoför. Kendi çabasıyla fabrika önüne gidenler oldu, ben döndüm, eve geldim.

Ben eve gelince annem çocukları bıraktı. Onun da babamdan kalan maaşı vardı. Bize borç vermekten bıkmıştı. Kocam Osmaniye’den gelemedi. Boyna şantiyede çalışıyordu. Acil ödenmesi gereken borçları ödüyordu. Eve para yollayamadı. Ben eski borçlara yenilerini ekledim. Kursağımızdan doğru düzgün bir şey geçmedi.

***

O gün sabah elindeki son elli lirayla oduncuya gitti. Yağmur suyu yoldan dere yatağı oluşturmuş akıyordu. Oduncunun minik kulübesinin kapısını çaldı, parayı uzattı. Oduncu, “Bacım bu paraya odun etmez” dedi.

“Çocuklarım evde donuyor, başka param yok!’’ dedi. Oduncu yutkundu. Kulübesinin arkasında naylonla örttüğü odunlardan bir çuvala doldurdu. “Paran sende kalsın, al götür.” dedi.

Odunlar çok ıslanmıştı. Sobaya dizdi ama yakamamıştı, olmamıştı. Soba yerine saç kurutma makinesiyle ısınıyordu çocuklar.

Ağlamaktan başı ağrıyordu. Elindeki mavi çamaşır kablosuna baktı. Sandalyeye çıktı mavi kabloyu salıncak demirine bağladı. Halka yaptığı ucunu boynuna taktı. Sandalye devrildi. Kablonun ucunda sallandı. Devrilen sandalyenin gürültüsüne oğlu koştu. “Annem” diye bağırdı. “Annem.”

Dışarı çıktı, iki katlı müstakil evin ikinci kat kapısında annem, annem diye ağladı. Alt kat komşu duydu, koştu geldi. Sallanan kadını gördü. Acil servisi aradı. Yan odaya geçti bir yaşındaki bebek uyuyordu. Duvarda fişe takılı saç kurutma makinesi çalışıyordu. Televizyonda çizgi film oynuyordu.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir