Röportaj
Armağan Can – Sessizlik Yeminleri
Soru 1: Özgeçmişinizde 2020 yılında çocuk kitabı (Çöpsüz Köy) 2022 yılında roman (Sessiz Bahçe) 2023 yılında ise romanınızın devamı olarak Ağaçsız Tepe ve çocuk oyunlarında oluşan Kitap Kurdu kitaplarınızın olduğu yazmaktadır. 2024 yılı içerisinde ilk öykü kitabınız Sessizlik Yeminleri çıktı. Öncelikle sizi öyküye yönlendiren sebeplerden biraz bahsedebilir misiniz?
Bu soruya hep yüzümde bir gülümseme ile cevap veriyorum. Çünkü; beni öyküye yönlendiren sebeplerden biri her şeyin hemen bitmesini, netleşmesini, sonucun görülmesini isteyen beni çok yoran huyumdur. Hobi kültürüm yok benim. Ne iş yapsam sadece onunla uğraşırım ve hemen bitsin isterim. Öykülerin kısa olanları beni bu alana çekti. İşin içine girince kısa bir öykünün bile ne kadar uzun zamanda ortaya çıktığını öğrendim. Lakin artık zehri almıştım. Diğer sebep öykü yazmadan önce de öykü okumayı seviyor oluşumdur. Nasıl bu kadar az kelimeyle bu kadar çok şey anlatabiliyorlar, diye düşündüğümü hatırlarım.
Soruda bahsettiğiniz çocuk kitapları da kızım Öykü sebebiyle oluştu. Bazı geceler ona kitap okumak yerine (sırf yorgunluktan gözlerimi kapatıp bir taraftan da dinleneyim düşüncesinden) kendi çocukluğumdan olayları süsler püsler anlatırdım. Baktım bu durumu ikimizde çok seviyoruz, kitaplaşsın istedim.Beni yönlendiren sebepler Öykü’yü sevmem ve öyküsever oluşumdur.
Soru2: Kitabın girişinde Ferit Edgü alıntısı var. Yakın zamanda da kaybettik. Ölüm temasının ağırlıklı olduğu bir kitabın röportajını yaparken yine ondan bahsetmek biraz garip. Sorumu yine onun bir örneği üzerinden sormak istiyorum. Edgü Do Sesi dosyası için uzun bir süre beklemiş “ne yazıyorsunuz?” diye soranlara “bitmiş bir dosyam var, nicedir onun virgülleriyle uğraşıyorum” demiş. Siz bu kitabın yayınlanışı sırasında ne kadar beklediniz. Virgülleriyle ne kadar uğraştınız. Bir kısmı sanırım yayımlanmış öykülerdi. Dosya nasıl ortaya çıktı?
Ferit Edgü’nün ilk okuduğum kitabı Doğu Öyküleridir. “Karakış” isimli minimal bir öyküsü vardı kitapta. Köye gelen öğretmen çok kar olduğunu söyler. Köylü ise bunun kış baharı olduğunu. Sonra beklenen kışı anlatır. O zaman ne yapacaklarını sorar öğretmen. Köylü de “O zaman kendi içimize döneceğiz hocam,” der. Ben de içime döndüm ve yazmaya başladım. Ferit Edgü’nün bende yeri başkadır. Sessizlik Yeminlerinin epigrafı “Hakkâri’de Bir Mevsim” kitabından. “Ne kadar kısa yaşıyoruz, Ne uzun ölüyoruz…” Hiç ölmeyecek olan Ferid Edgü’ye…
Ve soruya gelirsek çalıştığım öyküleri bir klasörde toplamak istedim. Klasöre “Bitmiş Öyküler” yazdım. Sonraki gün ekranda bu kelime bana öyle bir bağırdı ki hemen sildim. Öykü bitmez bence. O an için doğru anlatıcı ve mekânı bulmuştur, nokta ve virgüller kelimelerin sonuna yerleşmiştir. En iyi nasıl anlatırım derdindeyim. İkna olduğum yerde bırakıyorum. Ben yeni bir öykücüyüm. İlk öyküm 2021’de yayımlandı. Bu kısa sürede içim öyle doluymuş ki çok yazdım. Çevremden gelen “öykülerin hepsini bir kitapta okuyalım” sözleriyle bir dosya oluşturdum. İyi ki onları dinlemişim der miyim zaman gösterecek. Bana kalsa ben bir kitaba hiçbir zaman hazır hissetmeyebilirdim. Ama karar verince dosyanın üzerinde çok çalıştım. Yayımlanmış olan öykülerimi bile tekrar yazdım, diyebilirim. Her bir öyküyü çok defalar okudum.
Soru3: İlk öykünüz olan “Müstesna Terzi” ve Arkada Kalanlar öykülerinizde bariz bir şekilde “öykü karakterlerinizi ikinci tekil şahıs” diliyle anlatıp sonra üçüncü tekil şahsa geçiş yapıyorsunuz. Bu öykülerinizi sanki birine anlatıyormuşçasına bir anlatıcı dili oluşmuş durumda bunu bilerek mi denediniz? Ya da neden “tanrı anlatıcı” karakterinden bahsederken “sen deyip” okuyucuya hitap ediyor?
“İkinci Tekil Şahıs” anlatıcı benim okuduğum öykülerden etkilenmemle ilgimi çekti. Bence yazmak öykünerek öğreniliyor, deneyerek. Kitabımda her anlatıcı vardır. Ben öykü yazmayı biraz da bu zenginliği yüzünden seviyorum. Ama şunu da belirteyim, halen öğreniyorum ve öğreneceğim. Okuyup beğendiğim teknikleri deniyorum. “Sen” anlatıcı benim en çok zorlandığımdı ve keyifle çalıştığım. Ama burada bir paragraf açacağım yazdıkça, çalıştıkça kalemim yolunu, yönünü kendi buldu. Ben masaya şu anlatıcı ile yazayım diye oturmadım. Bu konuyu kim en etkili anlatır, diye düşünerek oturdum. Anlatıcılar öyküyü sahiplendi. Ben konuyu, temayı bulan kişiyim. Kim anlatacak, nasıl anlatacak bu tamamen masanın başında uzun tartışmalarla netleşiyor. Ben ve anlatıcılar çoğunlukla birbirimize giriyoruz ve çoklu anlatıcılar da buradan çıkıyor.
Soru4: Kitaba ismini veren “Topraklar Başına” ve diğer öykülerde genel olarak “ölüm” teması yaygın ve genel olarak melankolik bir hava hâkim. Yoğun olarak ölüm teması işlediğinizi görüyoruz. Kitapta kafa karıştırıcı, düşündürücü, hüzün verici birçok hikâye mevcut. Özellikle ölüm teması çokça işlenmiş ve gayet de iyi anlatılmış. Ülkemizde son yıllarda yaşanan pandemi, deprem, sel(bu iki olay bölgemizde yaşadığı için ) ve her gün televizyonlarda, gazetelerin üçüncü sayfalarında verilen cinayetler. Yazdıklarınızdan anlaşıldığı üzere toplumuzda yaşanan olayları görülmesini istemektesiniz. Bu bahsettiğim olayların öykücülüğünüze ve öykü dosyanıza nasıl bir etkisi oldu?
Bu soru beni çok düşündürdü. Ben öyküleri melankolik bir havada yazmıyorum. Karakterim de neşeden yanadır. Ben gördüğüm gibi, olduğu gibi yazmaya çabalıyorum. Örnek verdiğiniz öyküden yola çıkarsak, “Edilen bu beddualar ne oluyor?” diye çok düşünmüşümdür. Ya gerçekleşse ve biz buna şahit olsak ne yaparız? Bunda bir dram varsa bedduanın özünün negatif olmasındandır. Kötü dilek sonuçta. Ama ben burada ölümü anlatmak istemedim. Her dileğimiz gerçekleşse ne olur, bunu anlatmak istedim. İletişimsizliği, birbiriyle konuşmayan, konuşamayan çiftlerin pişmanlığını. Ve bu öykümün sonu mutludur. Ben ölümü yaşam gibi anlatıyorum. Var, gelecek, ölünecek. Hüzün verici öyküler olsun diye yazmadım. Olaylar beni de etkilemiş ki satırlarıma gelmiş, yerleşmiş. Ama bilinsin, fark edilsin derdiyle yazdım. Keşke bu farkındalığı güldürerek yapabilecek yeteneğe sahip olabilsem
Ama gülme eyleminde buluşmak öyle zor ki. Ortak güldüğümüz şeyler çok azdır. Gözyaşlarımız ise (deprem, sel, felaketler…) öyle ortak ki. Acıda toplaşıveriyoruz işte.
Dosyanın geneline ölüm teması hâkim mi, bunu okuyucuya bırakayım. Lakin ben yazarken bir temanın çevresinde dolanmadım. Toplumsal olayları anlatma çabam öykü dosyamın merkezidir. Ama şu da bir gerçek.Ben ne yazarsam yazayım, okuyucu ne alırsa, odur yazdığım.
Soru5: Öykülerinizde insan bedeni üzerinden mesajlar vermektesiniz. Satırlar arasında karakterlerin sessiz çığlıklarını duymaktayız. Müstesna Terzi öyküsünde yan karakter olarak engeli kardeş, ana karakterde boyun, Topraklar Başına’da annenin isyanı, Odamda Seyahat öyküsünde ise büyük memeli kadın ve öykü isimden de anlaşılacağı gibi Kaşınan Gözkapağı. Diğer öykülerinizde benze temalar mevcut. Böylelikle okuyucunun metne çok yönlü bakmasını sağlayarak insanın kendisini ve toplumdaki yerini sorgulatmaktasınız. Öykülerinizde duygu ve düşüncelerinizi anlatmada daha etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben kendimi konuşarak anlatabilmiş olsaydım yazmayabilirdim. Kendimi yazarak da anlatamadım bu ayrı ama yazarak bir şeyleri anlatmayı sevdim. Kendimi de öykülerin içine yerleştirmeyi… Bir öyküde benden hiçbir şey olmasa bile baktığım yer var. Benim pencerem özel gereksinimli bireyleri göreceğim bir yerde. Kesilen ağaçları, maden facialarını, göçleri görüyorum. Sesini duyuramayanları duyuyorum, kendi dilinde konuşamadığı zaman sessizliği seçenleri işitiyorum. Evet kesinlikle duygu ve düşüncelerimi anlatıyorum ve öykülerin toplum hafızasına çentik atmada etkili unsurlar olduğunu düşünüyorum.
Soru6: Dikkatimi çeken öykülerden birisi Odada Seyahat öyküsü oldu. Marilyn Yalom Memenin Tarihi isimli kitabının önsözünde’ “Çoğumuz, özellikle de erkekler için kadın göğsü, cinsel güzellik aracı ve dişiliğin en değerli mücevheridir” demektedir. Yalom, devamında Memenin sahibi kimdir? Sorusunu sormaktadır. Öykünüz kadın bedeninin cinsel bir obje olarak görülmesinin eleştirisidir. Söz konusu öykünüzde, kadın bedeni (meme ) üzerinde gerçekleştirilen kadın mücadelesini temsil ediyor. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu soru için ayrı bir teşekkür edeceğim. Sağ olun. Üzerinde çok düşündüğüm, çok çalıştığım bir öyküdür. Bir kadının isyanıdır. Ve öyle küçük çaplı anne babaya bir isyan değil, dayatmalara, topluma, sözlere, kurallara bir isyandır. Küçücük bir yerde bir odada yapar bunları. Sessizce kabul ettiği tüm dayatmalara ses çıkarması çok sevdiği seyahatlerden mahrum bırakılmasıyla olur. Odasına planladığı seyahatle yaşadıklarını anlatır, ailesini ve toplumu bir güzel eleştirir.
“Memenin sahibi kimdir?” Yalom, bu soruyu irdelerken düşündürücü ifadeler kullanır. Emzirme dönemi çocuğuna mı, okşayan kadın veya erkeğe mi, kadın vücudunu tasvir eden sanatçıya mı, sütyen üreten giyim endüstrisine mi, hastalık anlarında doktora mı… Ama nedense kadına ait değil gibi. Hep bir şeylere yakıştırılan utanç kaynağı da olabilen veya övünç sebebi bir organdır.
Bu konu bile kafa karıştırır, uzuv mudur, organ mıdır? Benim kahramanım “Meme vardır” diye bağırır. Polymatos denilen çok memeli heykellerin ifade ettiği doğurganlık ve bereket ifadelerinden başlayıp, kim nereye çekerse çeksin bu organ var ve kadına ait. Kadınlar da var. Şartlar bizleri korkutsa, yalnızlaştırsa, evlere doğru itse bile biz kadınlar varız. Aynı karakterin en sonunda bağırdığı gibi bağıracağız, yolculuk yorucu bile olsa sırf istediğimiz için yine gideceğiz.
Soru7: Bir önceki soru üzerinden devam etmek istiyorum. Odada Seyahat öyküsünde kadının cinsel obje olarak görülmesi olayından bahsettik ama Düş Yolcusu öyküsünde tam tersi bir durum söz konusu. Kadın cinsel bir obje olarak gösterilmektedir. Kadından bahsedilirken fiziksel ve cinsel özellikleriyle anlatılmakta ‘’ Memeleri ağzımda. Isırsam.’’ Paragrafının öncesi ve sonrası. İki öykü arasındaki tezatlığı nasıl değerlendiriyorsunuz. Kendinizle çeliştiğinizi düşündünüz mü?
Odada Seyahat öyküsünde kadın cinsel obje olarak görülmekten, yaşamının tek amacının evlilik olarak belirlenmesinden, memelerinden dertlidir. İsyan eder, düşünür, sorgular. Öykünün kahramanı bu kadındır. Düş Yolcusu ise iki temel güdüsü ile yaşayan bir genci anlatır. Açlık ve cinsellik. Karnı acıkınca bir bisküviye duyduğu arzu ile karşısında oturan kadına duyduğu arzu giderilene kadar onun için önceliklidir. Sorgulamaz. Çevresinde olanları fark etmez. Saçlarını gördüğü, dudakları rujlu kadındır onun için obje. Güzeldir o. Karşısında oturan kadın ile börek yiyen kız da ilgi alanındadır. Çelişkiye gelince her öykü birbirinden farklıdır. Ben öyküyü yazıyorum ama öyküyü kahramanım anlatıyor. Onun bakış açısı aktarıyor. Bunu yapmaya çalışıyorum. Bir öykümde kadın evden hiç çıkmamayı savunabilir, diğer öykümde başka biri hep gezmeyi. Ben oluşturduğum karakterin gözüyle anlatabilmeye çalışıyorum. Ve aslında çeliştiğimi düşünmeniz beni mutlu etti. Çünkü her öyküm, her karakterim farklı benim. Yaşadıkları yerler kadar olaylara yaklaşımları da farklı. Bir parantez açayım, ben değişime inanırım. Sabit kalmak insan doğasına uymuyor bence. Fikirlerim de değişebilir. Yazmak eylemi yazanı çok değiştiriyor. Bu soruları cevaplarken de değiştim, bazı konularda düşündüm, acaba dedim, bilgisayar başına oturan Armağan ile soruları cevaplayıp kalkan Armağan aynı değil mi?
Soru8: Öykülerinizin merkezine olaydan, konudan ziyade insanı ön plana çıkardığınız görülmekte. Öykülerinizdeki bireyi toplumsal ve psikolojik yönüyle ele alıp anlatmışsınız. Gerçekle kurmacanın birbirine karıştığı öykülerinde toplumcu gerçekçi yaklaşımının yanında gerçeküstü(üstkurmaca) anlatım tekniğini ve iç monolog tekniğini kullanmışsınız. Kullandığınız tekniklerle öykülerine edebi bir zenginlik katmaktasınız. Sorum Arkada Kalanlar ve Yılan İzi öykülerinde Sabahattin Ali tarzında öyküler kaleme aldığın görülmekte. Bu öykülerinizle ülkemizde güncel iki sorunu toplumsal ve gerçek yönleriyle sergilemektesiniz. Böylece bu yaşanan olayları tekrardan gündeme gelmesini sağlamaktasınız. Edebiyatımızda bu tarz öykülerin olduğunu düşüncesi içerisindeyiz. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Yazılan tekrar yazılabilir, anlatılan tekrar anlatılabilir. Hiçbir şey değişmese zaman değişiyor. Ben yaşadığım toplumun, yaşadığım zamanın olaylarını aktarıyorum. Bunu da olabildiğince kendimce yapmaya çalışıyorum. Toplumdaki olayları dert edinen biriyim. Yazmadan önce de bu böyleydi. Ancak o zamanlar bizler toplumsal dertlerimizde buluşur ses çıkarırdık. “Yılan İzi” öyküsünde olduğu gibi toplu hareket eder, sloganları bağırırdık. Şimdiyse bu eylemlerin hepsi sosyal medyaya taşındı. Toplanma yerimiz uzayda bir nokta. Kelimeler gücümüz. Yazdıklarımızla bu zamanı tasvirleyip toplum tarihimize, kişisel tarihimize notlar düşüyoruz.
Soru9: Birçok dijital ve matbu dergilerde öyküleriniz var. Hatta yarışmalarda birincilikleriniz mevcut. En son Ümit Kaftancıoğlu Öykü yarışmasında birincilik ödülü aldınız. Ayrıca bu sene yapılacak olan yarışmanın jürisi arasındasınız. Sizi (en azından bizler) öykü alanından tanıyoruz. Günümüzde birçok yazar yazdığı şiirleri, öyküleri, ya da hayat hikayesini bir kitap haline getirmek istiyor. Ama kitap yayınlamak o kadar da kolay bir şey değildir. Örneğin bir kitap yazdınız ve dosyanızı bir yayın evine gönderdiniz. Bir müddet sonra yayınevi “Yayın programımız dolu olduğu için ne yazık ki…”, “Ne yazık ki şu an için olumlu yanıt veremiyoruz…” Hatta geri dönüş yapmayanlar bile mevcut. Birçok insan bu noktadan sonra hevesini yitirip, yazım macerasını sonlandırıyor. Kitabınızın çıkmasında bu bahsettiğim etkenler etkili oldu mu?
Ben dergilerde olmayı seviyorum. Hem de çok. Belki dergi okumayı sevmemden kaynaklı, buna değer veren iyi bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum. Yarışmalar ile ilgili öncelikle şunu söyleyeceğim, pek çok yarışmadan ödül aldım ama bir o kadarından da hiçbir şey alamadım. Bu vazgeçmemekle çalışmakla ilgili. Katıldığım yarışmaların bana en büyük katkısı edindiğim dostlar oldu. Kıymetli tanışıklıklar, hassas kalplerin var olduğunu bilmenin mutluluğu. Bunların en güzelini de Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması sürecinde yaşadım. Öykü fikrinden, yazma aşamasına, göndermeden, sonucu bekleme zamanına kadar her şey heyecanlıydı. Sonunda jüriye davet almam ise kalbimdeki yerini başka bir noktaya taşıdı. Benim uğurum bu yarışmadır.
Kitabımın basılması olayı benim için sıkıntısızdı. Çünkü Tomris Uyar Öykü Yarışmasında “Arkada Kalanlar” isimli öyküm birinci olmuştu ve ödül, kazanan yarışmacının kitap dosyasının basılmasıydı. Metinlerarası Kitap ise çok daha önce kitap dosyamla ilgilendiğini belirtmişti. Ben öykülerimi bir kitapta hayal edemediğim için bekledim, yine de beklerdim, belki çok uzun süre. Bu noktada fikirlerini önemsediğim kişilerin verdiği cesaretle öyküleri dosyalaştırdım. Kaçan heves konusu ise kaçınılmaz. Kitap çıkınca da kaçacak bu heves, yarışmalardan sonuç alamayınca, dergiler öyküleri reddedince de… Burada tutku devreye giriyor. Kaçan hevese inat tutkuyla yazmaya devam. Gerisi su akar yolunu bulur…
Soru10: Son olarak ne söylemek istersiniz?
Bana geniş çerçevede öykülerimi, yazınımı anlatma şansı tanıdığınız derinlikli sorularınız için teşekkür ederim. Son olarak “okumaya” değinmek isterim. Yazmak eyleminden vazgeçebilirim, gün gelir kaçan hevesim galip de gelebilir ama okumak, işte bu her daim hayatımda olacaktır. Bir kitabı elime alıp sayfalarını çevirdikçe metnin içine dahil olduğum ve hatta kendimi ait hissettiğim bu dünyadan hiç vazgeçmeyeceğim. Okumak yazmanın eşlikçisi ama tek başına da oldukça güzel idare ediyor. Bu sebeple tek başına kalınca eli ayağı birbirine dolaşan yazmayı okumasız bırakmayalım. Sevgi ve dostlukla.