Öykü
Sinem Baş – İletişim Problemi
Köy muhtarı, ihtiyar heyeti ve diğer ileri gelenleri kahvede toplantı halindeydi. Saatlerdir konuşuyor ama asıl konuya giremiyorlardı. Sakin görünmekle birlikte hiç de öyle değildiler. Akıllarını gagalayan konu bedenlerini kıvrandırıyor; oturdukları sandalyelerde kıpırdanıyor, homurdanıyorlardı.
Herkesin sevip saydığı Süleyman Dede çevresine bakındı, konuşmayı başlatmak için kimsenin oralı olmadığını fark ederek derin bir nefes aldı ve: “Ağalar, toprak sorunlarımızı hallettik. Büyükbaş konuları da tamam. Gelecek bayramda kimin ne yiyeceğine, kimin kimi hangi sırayla ziyaret edeceğine kadar ilgili ilgisiz ne varsa konuştuk. Bir tek memleketi kurtarmamız kaldı. Onu mu konuşalım, yoksa artık asıl konuya girelim mi?” diye sordu.
Bu soru gerginlikten tın tın eden ahali için büyük bir rahatlama demekti. Kahvenin havası bir anda genişleyiverdi. Muammer: “Süleyman Dede, hepimiz biliyoruz ki bu konu için buradayız aslında. Bence herkes yeni çayları söylesin ve bu konuyu konuşalım.” diye yanıt verdi.
Kahveci çayları getirdi. Çıngır çıngır karıştırma sesleri bir anda ortalığı doldurdu. Bardağa doğru uzayan bıyıklı – bıyıksız dudaklar ve hemen ardından çıkan “Hüüp!” sesi ile başlangıç notası çıkan bir köy korosu etkinliği başladı. Gırtlakların ilk yudumla oynaması bitince birileri konuşmak zorundaydı ama bu işi kimse üzerine almıyordu, besbelli. Konuyu iteleye iteleye bu kadar uzağa yollayabilirlerdi ancak.
Süleyman Dede “Evet ağalar. Konumuzun ne olduğunu, neden burada toplandığımızı biliyoruz. Konu Rüstem ve Fikret arasındaki mesele. Bu köyde olmayacak şeyler oluyor artık. Ar var, namus var, saygı var. Aranızda ‘onların arasındaki mesele beni hiç ilgilendirmez, ben evime gitmek istiyorum’ diyen varsa şimdi gitsin. Ama bir daha da burada kalanların hiç birinden yardım istemesin. Şimdi söyleyin bakalım, bu adam ile nasıl baş edileceğini hakkında bir şey düşünen var mı? Bir fikri olan var mı?”
Yine o derin sessizlik oldu. Arka masalardan bir kişi laf attı: “Dede, kalkalım gidelim yanına. Böyle böyle diyelim. Anlayacaktır elbet. Anlamazsa üsteleyelim. Anlayana kadar dil dökelim.”
Başını ellerinin arasına almış umutsuzca masanın üzerinde uçuşan sineklere bakan Fikret sesin geldiği tarafa doğru dönmeden cevap verdi: “Denedik onu, olmuyor.”
“Fikret abi, tekrar tekrar söylesek, belki bu sefer…”
Fikret kafasını kaldırdı ve arka tarafa doğru baktı:
“Kardeşim sen turist misin, yeni mi geldin? Yok işte, denedik diyoruz ya. Olmuyor, olmuyor!”
Süleyman Dede bir taraftan Fikret’i sakinleştirirken bir taraftan da arkadaki “turist”e bir açıklama yaptı: “Güzel kardeşim, anlıyorsun değil mi derdimizi… Bu adam öyle bildiğin inatçılardan değil. Nuh diyor peygamber demiyor. Günlerce dil döktük, tarlasında yattık kalktık, yok.
Bana mısın demedi. Üstüne adamlar gönderdik, korkutmaya çalıştık, güzellikle söyledik, yalvardık. Fikret önce Rüstem’in alnına, sonra kendi şakağına dayadı silahı. Yok, yok!”
Kahvede yine çıt çıkmıyordu. Onca kalabalık içinden bir kişi bile nefes almıyordu sanki. Bir adamın inadı karşısında bütün köy dilsiz, nefessiz kesilmişti. Fikret bir anda ayağa kalktı:
“Böyle olmayacak, düşün düşün saçlarımız ağardı. Onun bu dünyadaki tek oğluyum, ben bile ikna edemiyorum. Kim konuşsa dediğim dedik öttürdüğüm düdük demekten vaz geçemeyecek. O zaman tamam, onun istediği gibi olsun. Kıza soralım. Kimi isterse ona varsın. Eğer onunla evlenecekse ona gitsin. Benimle evlenecekse bana gelsin.” Süleyman Dede geriye doğru çekilerek Fikret’e baktı: “Oğlum, bu kıza mektuplar yazan sen değil misin?”
“Evet dede, ama kızın yanıtlarını benden önce babam ele geçirmiş. Mektuplar isimsiz olunca kendine yazılıyor sanıp yanıtlamış mektupları! Defalarca konuştuk bunu burada!”
Süleyman Dede gençlere seslendi: “Beyaz tahtayı açın! Bunu çizerek tartışacağız. Bugün bir plan yapacağız.”
Kahvenin dışından toplantıyı izleyenler görmesin diye perdeler çekildi, içerdekilere de dışarıya laf taşımasınlar diye yeminler ettirildi. Bir beyaz tahta ortaya kadar getirildi. Farklı renkteki tahta kalemleri ile çöp adamlar çizildi. Az önceki turist: “Kusura bakmayın, ben gerçekten şunu anlayamıyorum, biz hangi çağda yaşıyoruz farkında mısınız? Mektuplaşmak yerine neden telefonla haberleşmediniz ki? Şimdi genç yaşlı herkesin elinde bir telefon var, öyle değil mi?”
Fikret: “Çünkü bütün dünya bizi gözetliyor, aşılarla da çip takmaya çalışmadılar mı? Kimse bilmesin, görmesin diye en eski yola başvurdum.” dedi. Kahvedeki oturanlar “babasının oğlu, nato kafa nato mermer!” diye söylenerek gözlerini belertti. Süleyman Dede: “Tamam, fazla laf söylemeye gerek yok. Tahtada şu soldaki çöp adam Fikret olsun. Yaz altına ismini. Soldaki de Rüstem olsun. Onu da yaz,”. Gençten bir çocuk Süleyman Dede’nin söylediklerini yapmaya başladı.
“Şimdi bu Fikret ile Rüstem arasına iki taraflı bir ok çiz. Bunlar baba – oğul.” Ok çizildi.
“Şimdi ortaya bir mektup çiz.”
“Çizdim” dedi çocuk.
“Tamam. Şimdi öte yana da kızı çiz.”
Genç çocuk, kızı çöp adam olarak çizmek istemedi, büyük bir kalp yaptı. Fikret’in bu büyük kalbi görünce gözleri doldu.
“Şimdi, Fikret’ten mektuba ok çıkar, mektuptan da kıza ok çıkar.”
“Yaptım”
“Kızdan ok çıkar, Rüstem’e doğru çiz.”
“Rüstem’den de Fikret’e mi?”
“Hayır, tekrar kıza. Oradan yine Rüstem’e ve kıza. Ama bu arada Fikret’ten de kıza oklar çıkar.”
“Yahu, benim kafam çok karıştı.
Bu çizimlerle bir yere varamıyoruz. Ben gidip kızı kaçırmayı teklif ediyorum!” dedi. Mahmut. “Ben de aynısını düşünüyorum” diye yanıtladı Fikret. Süleyman Dede tekerlekli sandalyenin yanlarından sallanan iki uzunca sopayı göstererek: “O korkunç trafik kazasında hem Fikret’in annesini kaybettim hem de bacaklarımı. Fikret bütün bir gece bu iki sopayı bıçağıyla yontarak benim için hazırladı. Bu çocuk benim ilk torunum gibidir, düğününü ben yapacağım. Kızı kaçırırsa jandarma peşine düşer, istemem. Lakin bunun içinden nasıl çıkarım bilemiyorum. Koskoca Rüstem, karısı öldüğünden bu yana sesi çıkmayan o adam; nasıl oldu da birdenbire böyle delirdi? Nasıl oldu da o mektupların kendine yazıldığını zannetti?” “Ve nasıl olur da yüzlerce kez söylediğimiz halde hâlâ inanmıyor?” Rüstem kahvede bir toplantının yapıldığını duymuş, Fikret’in de orada olduğunu ve muhtemelen bu konuyla ilgili bir şeyler konuşulduğunu tahmin etmişti. “Elimi çabuk tutmazsam Fikret olacak o sapık kızı kaçıracak,” diye düşünüyordu. En şık ceketini giydi, eline içi dolu kadife bir kese alarak yola çıktı. Kahvede tartışmalar bitmiyordu, ancak hava kararmıştı. Fikret ayağa kalktı: “Süleyman Dede, seni severim, bilirsin. Ama bu kızı kaçırmaktan başka şansım kalmadı. Kızın kimi sevdiğini bile bilmiyorum, onu da kaçırdıktan sonra sorarım,” dedi. Süleyman Dede başını öne eğdi, başka çıkar yol yok gibi görünüyordu. Toplantının son sözünü söylemek Mahmut’a düştü: “Gazamız mübarek olsun arkadaşlar, Fikret kızı kaçırıyor. Bu konuşmalardan Rüstem’i haberdar etmezsek çok iyi olur.”
Herkes dağıldı. Fikret, gecenin karanlığında eve doğru yürürken kendi kendine bir türkü tutturdu. Mezarlığın yanından geçerken ona doğru gelmekte olan yaşlı bir adam gördü. Adam, onunla aynı türküyü söylemekteydi. Yanından geçerken: “İyi geceler dayı!” “Sana da evlat!” dedi adam. Fikret adamın ardından baktı. Bir parça ürkmekle birlikte, merakını da yenemeyip seslendi: “Dayı! Bi bak hele!” Adam durdu, Fikret’e doğru küçücük iki adım attı. Onun da ürktüğü belliydi: “Ne vardı yeğenim?”
“Seni burada hiç görmedim, bana der misin, kimlerdensin?”
“Oğlum, ben de seni hayalet sandım yahu. Şu ileriki evde kardeşim oturuyor. Onlar çağırdı da geldim. Bu köye arada sırada geliriz ama ben de seni hiç görmedim!” “Hangi eve geldim dedin dayı?” “Aha şu akasyaların olduğu eve. Selimlerin evine.” Selim, beyaz tahtadaki o büyük “kalbin babasıydı. “Deme! Sen Gülhan’ın da amcasısın o halde?”
“Evet oğul, amcasıyım. Yarın istemeye geleceklermiş kızımızı. O yüzden sülalece toplandık buraya. Malum kırk kapının tek kızı.” Fikret beyninden vurulmuşa döndü. Üzerine bastığı kara parçası koptu, uzaklara, dünyanın öbür ucuna gitti geldi:
“Kim isteyecekmiş dayı? Kimmiş isteyen?
“Vallahi şu ilerdeki evlerden birinde oturuyormuş, Rüstem diye birisi. Ben hiç tanımıyorum.
Ama iyi bir başlık parası söylemiş. Selim’in de aklına yatmış.” “Ne diyorsun! Kız ne diyor peki?” “Kız pek bir şey demiyor doğrusu. Ne istiyorum diyor, ne istemiyorum diyor. Ona da beşibiryerde yollamış, altınların hepsi kocaman kocaman.”
Fikret içinden “Ulan eşşoğlueşşek!” diye geçirdi. Annesinin kırmızı kurdeleyi ensesinden bağlatıp da altınları şakırdata şakırdata çektirdiği son fotoğrafı, hafızasının diplerinden dalgalana dalgalana geldi, gözünün önüne kondu. Hırstan mı üzüntüden mi olduğu anlaşılmayan bir damla gözyaşı Fikret’in yanağından aşağı doğru, geçtiği yeri yaka yaka yuvarlandı. “Ne oldu yeğenim? Neden durdun kaldın?”
Fikret hakikaten de dona kalmıştı. Babası olacak o ihtiyara birisinin bir şeyler anlatması gerekiyordu. Birisinin onu ikna etmesi gerekiyordu. En azından bu kızın küçük olduğunu, çocuğu yaşında olduğunu anlatmak lazımdı. “Başlık parası mı kaldı, kaçıncı yüzyıldayız yahu!” dedi kendi kendine. Evlerinin bahçesine girdi, kömürlüğün dip tarafında zulaya
yatırdığı silahını çıkardı, beline taktı. Sonra evin kapısını açtı, babasını içeride keyif sigarasını tüttürürken buldu. Babası, bir harem ağası gibi oturmuş, televizyondaki diziyi izlerken bir yandan da göz ucuyla oğluna bakıyordu.
“Haberi aldım” dedi Fikret sakince. “Hayırlı olsun.” Adam şöyle bir kıpırdandı olduğu yerde: “Amin, darısı başına” dedi bıyık altından gülümseyerek. Fikret her hareketini ince ince tartıyor; ağzından çıkan her bir sözde belindeki silaha sarılmaktan korkuyordu. Babasının yanına oturdu: “Baba, doğru mu bu yaptığın?”
“Hangi yaptığım be?” “Benim sevdiğim kızla evlenmen,” “Hadi lan. Sevdiği kızmış. O seni seviyor mu bakalım.” Fikret, içten gelen bir sarsılmayla titredi. “Seviyor tabi. Bin kere söyledim. Yazdığım mektupların yanıtlarını sen de gördün.”
“O mektupları bana yazmadığı ne malum? Malum, birçoğuna ben cevap yazdım. Zaten artık bu konuları konuşmayalım, annen olacak kişiyle nasıl yazıştığımız seni ilgilendirmez.”
Fikret ayağa kalktı, Rüstem de küçümseyen bir ifadeyle kafasını geriye doğru atarak konuşmasına devam etti: “Bu evin yeni bazı kuralları olacak bundan böyle. Öyle her istediğin saatte buraya gelemezsin, hele ki ilk günler. Malum, biz yeni evli olacağız. Birbirimizi tanıyacağız. Sen düğün gecesi ve sonraki akşamlar amcanlarda, Süleymanlarda falan kal.” “Baba, o kız sana çok küçük değil mi?” “Sana ne ulan! Sen koynuna almayı düşünürken küçük değil, ben alırken mi küçük?” Fikret susuyordu. “Bir haftaya düğün hazırlıkları olacak. Düğünden hemen önceki günlerde kasabaya git, erzak al eve. Bir haftalık yiyeceğimiz tam olsun. Bir hafta boyunca o yemek yapacak, ben hem onu hem de onun elleriyle yaptığı yemekleri yiyece…”Fikret dayanamadı, davrandı. Elinde arka arkaya ateşler saçarak patlayan silahın kokusu her yana yayıldı. Süleyman Dede silah seslerini duydu, içi cız etti. Birkaç saat sonra jandarma, Fikret’i aldı götürdü. Evin içinde ceset, üzeri örtülü olarak ambulansı bekledi. Ambulans nihayet geldi ve Rüstem’in cansız bedenini aldı gitti. Aradan bir zaman geçti, Rüstem’in sürdüğü tarlada yabani otlar bitti. Fikret’ten de bir daha haber gelmedi. Gülhan, boynundaki beşibiryerdeyi hiç çıkarmadı, zaman içinde “Ben Rüstem’in nişanlısı sayılırım, evi de tarlası da benimdir,” diyerek malın mülkün üzerine kondu. Selim, tarlayı sürmesi için kardeşini çağırdı. Daha önceden seyrek gelen adam oraya yerleşti. Günlerden bir gün köye bir yabancı geldi. Tarlanın, Rüstem’in evinin ve Gülhan’ın amcasının fotoğraflarını çekti. Süleyman Dede, Fikret’in ünlü birisi, bir mafya babası olduğunu; bu fotoğrafçının da onun adamı olduğunu söyledi. Yakında köye gelecek ve aç gözlü Gülhan ile ailesinin üzerine çullanacaktı Fikret.
Bir süre bekledi herkes. Kimse kapılarını çalıp da hesap sormayınca zamanla Süleyman
Dede’nin söyledikleri de unutuldu.