Öykü
Saygın Doğaroğlu – Stanislav
Elimdeki kalem düşmeye çalışırken son anda kurtardım onu masamın uçurum kenarından. Bu aksiyon uyandırmıştı beni. Tahtada ders anlatan öğretmenim, bu durumu görmezden gelmişti. Normalde çok sinirliydi ve ben o an en nefret ettiği şeyi yapmıştım. Şanslı günümdeydim anlaşılan. Oldum olası okulu sevemedim. Özellikle tarih dersleri çok sıkıcı geliyordu. Bazı olaylara inanmıyor bazılarına da inanmak istemiyordum. Bu düşünceler aklımdan geçerken ders bitmişti. Hızlıca sınıftan çıkıp birkaç çocuğa çarparak atmıştım kendimi okulun bahçesine. Nefes aldığımı hissediyordum. Okulun dışına çıkınca yavaşlattım adımlarımı. Evimiz okula yakındı ve yürümek güzel geliyordu. Hava her zaman olduğundan biraz daha erken griye dönmüş ve caddede amaçsızca yürüyen kalabalıklar belirmeye başlamıştı.
Eve vardığımda annemin sıcacık sesi karşıladı beni. Oturma odasının en geniş penceresinin hemen yanında duran büyük kitaplığı düzenlemeyi bitirmiş, kapının yanındaki divana uzanmıştı. Kitaplığın yanındaki iskemlede dedem oturuyordu. Hiç bakmadı arkasına. Garip bir durum vardı o gün evde. Yanına yaklaşınca fark ettim solgun yanaklarındaki ıslaklığı. Yaşından ve hastalığından ötürü artık pek açamadığı mavi gözleri kıpkırmızı olmuştu. Neler olduğunu sorduğumda ilk anda cevap vermedi ama ben ısrar edince tek bir söz döküldü dudaklarından: “Stanislav…” O kim, dedim. Anlatmaya başlayacak sandım ancak zar zor aldığı nefes hıçkırığa dönüşmüştü. Bir süre sonra sakinleşmeye ve anlatmaya başladı. “Gençliğe adım attığımız yıllardı. Savaşın kalıntıları devam etmekteydi. Yan komşumuzun oğlu Stanislav, evin en büyük çocuğuydu. Babası savaşta ölmüştü. Annesi ve iki küçük kardeşine o bakıyordu. Benim en yakın dostumdu. Her günümüz birlikte geçerdi. Ben hem okula gidiyor hem de saatlik çalıştığı işlerde ona yardım ediyordum. Annem de onu çok severdi. Ne zaman bana yeni olduğunu düşündüğüm bir şeyler alsa ona da alırdı. İlk kumaş pantolonlarımızı aynı gün giymiş tik. Kundura benzeri ayakkabılarımız aynı yerden alınmıştı. Biz, o gün kendimizi yetişkin bir erkek gibi hissetmiştik. Saçlarımız aynı model kesiliyor, aynı cümleleri konuşuyorduk. Âdeta ikiz gibiydik.
Sonra bir gün kötü şeyler olmaya başladı. Kalabalıklar ona ve ailesine farklı davranmaya başladı. Korkunç görünen bir adam her gün o ve onun gibilere nefret kusmaya başladı. Stanislav’ın ailesinin Polonya asıllı bir Yahudi olduğunu ilk o zaman öğrenmiştim. Ne olacağını anlamamıştım. Neden böyle bir ayrım vardı? Birlikte yaşıyorduk işte. Birlikte çalışıyor, birlikte gülüp birlikte ağlıyorduk. Biz çok yakın dosttuk ve bunun kime ne gibi bir zararı olabilirdi? Ama karanlık bir el insanların ruhlarına ve kalplerine ektikleri nefret tohumlarını her gün biraz daha filizlendirip büyütüyordu. Unutma evlat, karanlıkta yetişen tek şey nefrettir!
Komşularımız ve tanıdıklarımızın çoğu nefret etmeye başlamıştı Stanislav ve ailesinden. Ama biz hiç yalnız bırakmadık onları. Diğer arkadaşlarımız tek tek uzaklaşmıştı onlardan. Bize selam veren, gördüğünde bizden konuşan hemen herkes önce uzaklaştı, sonra açık açık tehdit etmeye başladı. Bir akşam Stanislav ile ışıkları kapalı evimizde oturuyorduk. Yan taraftan patlamayı andıran bir sesle irkildik. Hemen arkasından annesi ve kardeşlerinin çığlıkları duyuldu. Stanislav yerinden fırladı ve ben ani bir refleksle zor tutabildim onu. Annem ve ben onun dışarı çıkışını engellemeye çalışıyorduk. Çıkarsa başına ne geleceğini biliyordum. Pencereden baktığımızda tuhaf giyimli askerlerin onları götürdüğünü gördük. Korkunç bir kâbusun içinde olmalıydık. Yaşananların başka açıklaması olamazdı. Stanislav olduğu yere çökmüş, ciğerleri sökülürcesine ağlıyordu. Ağzımı açamadım. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Tek yaptığım ona sarılmak oldu. Onu korumak istiyordum. Keşke elimden daha fazlası gelseydi ama olmadı. Stanislav günlerce konuşmadı benimle. Düşman gibi bakıyordu. Yemek yemiyor, yerinden kımıldamıyordu. Uzandığı divanda tavana bakıyor ve yanakları hiç kurumuyordu. Ara sıra titreme geliyordu, bazen de bütün kıyafetleri sırılsıklam oluyordu terden. Ben yanı başından bir an bile ayrılmıyordum. Bir sabah yerinden kalktı ve kapıya doğru yürümeye başladı. Karşısında durdum. Eve gitmem lazım, dedi. Hayır, dedim net bir tavırla, seni de kaybedemem. Israr etti. Ben de geleceğim dedim, seni asla yalnız başına dışarı bırakmam. Annem duymadan sessizce kapıyı açıp çıktık. Apartman boşluğu çok karanlıktı. Evlerinin tahta kapısının kırık olan yerlerinden zayıf da olsa ışıklar geliyordu. Yavaşça araladık kapıyı. Girişte, annesinin parçalanmış mavi hırkası yerde öylece uzanmıştı. Stanislav titreyerek evin içine doğru yürüdü. Karşıdaki odada kardeşlerinin zaten pek de sağlam olmayan oyuncakları parçalanmış, her yere dağılmıştı. Stanislav artık kendini daha fazla tutamadı. İçi alev alev yanarak ağlamaya, duvarlara vurmaya başladı. O anda arkamdan gelen gür bir sesle irkildim “Kim var orada?” Odanın yetersiz ışığı yüzünden tam seçemedim. Fakat yüzüne dikkatle bakınca korkudan titremeye başladım. Üst komşumuz olan ve sürekli radyosunda son ses propaganda söylevleri dinleyen Bay Friedrich gelmişti. Bizi görür görmez üzerimize düşman gibi atıldı ve ikimizi de kolumuzdan tuttuğu gibi yaka paça sokağa indirdi. Caddede ‘Bakın burada pis bir Yahudi var!’ diye bağırmaya başladı. Her gün gördüğümüz insan kalabalığı üzerimize doğru koşmaya başladı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yıkık dökük evlerin arasında üzerimize gelen insanlara, elimizdeki taşlardan medet umarak direnmeye çalışıyorduk ama nafile. Annem camdan sarkmış, çıldırmışçasına bağırıyordu. Kısa bir süre sonra askerler geldi; beni, annemi ve Stanislav’ı götürdüler. Korkunç şeyler oldu. İşkence gördük, aç bırakıldık ve günlerce sorguya çekildik. Günler sonra beni ve annemi serbest bırakırlarken Stanislav’ı bilmediğim bir yere naklettiler. Dünya bir anda içinde yaşanılmaz bir hal almıştı. Baktığımız, gördüğümüz, dokunduğumuz her şeyden korkuyorduk. Korkmadan yaptığım tek şey onu aramaktı. Yıllarca izini sürmeye çalıştım. Yorulmadan, bıkmadan yıllarca onu aradım. Ama olmadı. Stanislav’ı bir daha hiç göremedim. Seni çok özledim, eski dostum.”
Son cümleyi sanki karşısında o varmış gibi söyledi. Normalde dedem ağlasa direkt boynuna sarılırdım ama bu sefer yapamadım. Anılarına saygısızlık olsun istemedim. Baktığı yerde, yıllar önce ölmüş insanların yıkılmış evlerinin üzerine kurulmuş yeni hayatlar vardı. Bu onun anısına yeterince saygısızlıktı. Ben daha fazlasını yapamazdım.