Öykü
Saliha Nur Yazar – Sükûnet Kıyısı
Dedem anlatırdı, Akdeniz’in içtenlikle tüm mavileri kucaklayıp yeşile selam durduğu yılları. Maviliğin özgürlüğü kıyıya taşıyıp sonsuz sahilini yudum yudum ferahlattığı zamanları. Anılarını anlatırdı. Limandan bakınca sahilde toplanan tüm renklerin gülüşünün ardındaki balıkçı teknelerini. Sahil çizgisinden büyüyerek hakimiyet kuran yuvarlak tepenin ulaştırdığı şehir merkezini. Şehre sunulan balıkların kişniş, sarımsak, acı biber ve kimyonla harmanlanıp ızgaraya dizilişinin sonrasındaki kokuyu.
Masal dinler gibi dinlerdik. Güneye uzanan Gazze vadisinde nazlı nazlı akan suyu. Nehrin kırmızı renkle hasbihalinde tohumlarını kuşanan çilek meyvesini. Irmak suyunun yeşil tabloyu damla damla turuncuya boyadığı narenciye bahçelerini. Sahilde el ele yürüyen hurma ağaçlarından toplanan mahsulleri. Zeytin hasadı zamanında zeytin ağaçlarındaki bolluk bereketi. Çiçek bahçelerinde koku ve renk cümbüşü oluşturan petunyaları.
Dünyanın ortasında kendini bu kadar gösterirken dertlerini de bir o kadar içinde saklar gizemli Akdeniz, derdi dedem. Yetişkinlik yıllarını anlatırdı. Taşlarının tarihe şahitlik ettiği; yan yana duran kapıları da cemaati gibi saf tutmuş, huzura dönmüş Gazze Ulu Camisi’ni. Caminin karşısındaki tepede, Müslüman mezarlığının yıllar içinde camiden yayılan tekbir ve dualarla sarmaya çalıştığı yaraları acıyor şimdi.
Toprak artık kanla yıkanıyor. Tohumlar değil, bebekler toprağa düşüyor. Gazze renklerini kaybediyor. Her yer toz duman. Gri ve kahverengi sarmaş dolaş yayılırken, ateş sarı ve turuncunun yakıcılığıyla kendine yer arıyor. Gazze renklerini özlüyor. Turunçgil, çilek kokuları yok artık, barut kokusu doluyor havaya.
Babasız geçen hayatım da tıpkı yaşadığım yer gibi. Babam yanımda olsa belki Gazze gibi renkler açardı çocukluğumda. Ama babamın sadece adını biliyorum: Yusuf. Annem en çok zümrüt yeşili gözlerini özlediğini söylüyor babamın. Demek gözleri yeşil, acaba saçları nasıl? Ya elleri? Hiç bilemem, ben doğduğumda amcalarımla birlikte esirmiş babam. Ağabeyim anlatırdı, altı sene evvel yine kargaşa hakimmiş şehrimizde. Babam bize yapılan haksızlıklara karşı hakkımızı aramak istemiş. Ama tatsız olaylar yaşanmış, yaşananlara tepki olarak gözaltına almışlar babamı da. Nerede tutulduğu belirsizmiş. Neler yaşadığı ise muamma. Şimdi yanımda olsa, korkularım kaçıp gider, kaygılarım açmadan solar. Yüzünü hayal ederim; zümrüt yeşili gözlerin altına burun, ağız çizerim muhayyilemde. Acaba sesi nasıl babamın? Kızım, diye seslense dönüp bakar mıyım, tanır mıyım acaba? Bir gün gelir mi ki? Adımı da bilmiyor sahi, nasıl seslenir ki bana?
Dedem Bilal, ‘Rağad’ koymuş adımı; bolluk, rahatlık, huzur getirsin duasıyla. Böyle kelimeler de varmış demek dünyada. Babamın yokluğunda annem Selma, yedi kardeşimle büyütmüş beni. Adı gibi barış ve huzur dünyası kurmaya çalışmış bize, kara günlere kendini siper ederek. Kara haberlerin birbiri ardına geldiği günlerde bir amcamın şehadet haberi gelmişti. İşte o an, babamın haberi değil, kendisi gelsin istemiştim. Hayal tanelerinden tesbihler dizip dualar etmiştim.
Bir sabah titreyerek uyandığımda şehrin gürültüsü azalmış, sanki huzur kırıntıları serpilmişti. Şaşırdık, merak ettik, kaos artık geride kaldı diye mutlu olduk. Meğer geçici olarak ara vermişler yaptıklarına. Zulüm koridoruna birkaç nefeslik huzmeler sızmıştı. Esir takası yapılacakmış. Hasta, yaralı, yaşlı, babam gibi yüzlerce esirin bekleyeni varmış. Babamın da gelebileceğini düşünüyordum içime doğan bin bir umutla. Bizden ayrı geçen günlerini de getirir mi ki babam? Bu kadar acı sığar mı omuzlarına? Nasıl da heyecanlıyım o sabah. Esir değişiminin yapılacağı alana yaklaştık. İnanılmaz bir kalabalığa doğru bakarken annemin sevinç çığlıklarından babamın geldiğini anlıyorum. Yıllarca büyüyen hasretim küçülecek baba kucağında. Üşümüş çocukluğum babamın ellerinde ısınacak. Babasızlığın verdiği acemi bakışlarla süzüyorum. Vücudunun görünen kısımlarında morluklar, ezikler, yaralar var. Uzun bir yol yürümüş gibi bitkin görünüyor. Babam tam bir sabır kahramanı. Buz gibi kalabalık odalarda örtüsüz uykularında bizim hayallerimizle ısınmış. Dövülmüş; kıyafetsiz, aç bırakılmış günlerce. İşkencelerde eli sakat kalmış ama yüreği sapasağlam.
Bizim heybemizde birikenler de farksızdı babamın yokluğunda. Ahmet ağabeyim hafızdı. Dilinde Kuran eksik olmazdı. Okuldan dönerken tutuklayıp götürdüler. Babam gibi döner mi o da? Babama seslenmek bile huzur veriyor, güvende hissettiriyor. Koca koca binalar yıkılsa da asla yıkılmaz babam. Artık annem de üzülmese. Babamın gelişi mevsimlerin kendini gösteremediği Gazze’ye, bahar tomurcuklarının kıpır kıpır heyecanını, yaz sıcağının dallara doldurduğu bereketi, kışın beyaz örtüsünün yaydığı tertemiz umutları getirmişti.
Evimizin eksikleri babamla tamamlanmış, kısa bir zamana sanki yeni bir ömür sığdırmıştık. Babamın gelişi üzerinden daha bir ay geçmişti ki evimiz hava saldırısının hedeflerinden biri oldu. Korkunç bir gürültünün sonrasında oluşan uğultu tüm dengemizi bozmuş, sarsıntının etkisiyle sağa sola savrulmuştuk. Etraf zifiri karanlıktı. Hiçbir yerle iletişim imkânımız yoktu. Seslenerek birbirimizi ararken Şeyma ablamın inlemeleri duyuldu. Zavallı ablam acı içinde kıvranıyor, canhıraş feryat ediyordu. Etraftaki dumanda göz gözü görmüyor, sesleri takip ederek birbirimize ulaşmaya çalışıyorduk. Babam tüm heybetiyle yükselip ablamı kucakladı. Babamı bir sis perdesinin içinde izlerken yıllardır babasız kalan içimin boşluklarını yeni resimlerle dolduruyordum. Hastaneye gitmek üzere bir traktör tepesine bindirdi ablamı. Yollar paramparça dağılmış, geçişlerine imkân vermiyordu. Nihayet kullanılabilen yollardan uzaktaki bir hastaneye ulaşabilmişlerdi.
Şaşkın bakışlarla yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışırken tedavisi için hastanede olan ablama dualar ediyordum. Yuvamızdaki tüm anılarımız koca bir beton yığını olarak karşımızda duruyordu. Kardeşlerimle el ele şen kahkahalar savurduğumuz balkonumuz alt kattaki giriş kapısının üstüne eğilmiş, demirleri savrulmuştu. Kolonların merdivenin üstüne devrilmesiyle oluşan boşluktan görünen eşyalarımız yarım kalmışlıklarıyla belirip kayboluveriyordu.
Elimizden bir şey gelmeyince soğuktan korunmak için okul binasına sığındık. Komşularımız ve akrabalarımızla yüz elli kişi kadardık. Okulumuz kapatıldığından beri arkadaşlarımla ve öğretmenimle olan anılarım kimsesiz kalmıştı. Şimdi o anılarımın elinden tutmak, içimde yaşatmak istiyordum. Bizi nasıl bir geleceğin beklediğini merak ediyordum. Geleceğin gelebileceğinden de emin değildim oysa. Dünyanın acı gerçeğine dayanacak gücümüz kalmadığında babamızın kurduğu oyunlarla masalsı dünyamıza geçiş yapıyorduk. Babam anlatıyordu, onu dinledikçe yeni resimler ekliyordum sevinçlerime. Okul bahçesine yaklaşan camları kırık bir yardım arabasından bize yiyecek bir şeyler dağıttılar. Günler sonra iki lokma geçmişti boğazımdan, çocuksu neşeme tekrar bürünmüştüm.
Güneşin konumuna göre namaz vakitlerini hesaplar, yıkılan cami yanında namazlarımızı kılardık. Gerçi güneş de küskündü Gazze’ye, kapkara dumanların içinden kendini göstermek istemediğinde bizi şaşırtıyordu. Çelebi adamdı dedem, herkes onu sayar, sözlerine uyardı. Cemaatimiz günden güne artıyor, oluşan mahşeri kalabalıktan tekbir sesleri yükseliyordu. Cami avlusunda biriken beton kütlelerin arasından caminin müdavimleri olan kedilerin kesik kesik dokunaklı miyavlamaları duyuluyordu. Abim Mahmut kedilere hiç dayanamazdı, bir yolunu bulup enkaza girmiş ve kedileri kurtarmıştı.
Namaz kıldıran dedeme saldırıp dövdükleri bir gün, dedemi yaralarının sarılması için oturttukları bir molozun üstünde kediler yalnız bırakmamış, dedeme teselli olmuşlardı. Şeyma ablamın tedavisinin sürdüğü hastaneye gidip gelen babam, hastanedeki içler acısı durumu bizimle paylaştığında ablamın yanında olmak istedim. Ama ne yapabilirdim ki kuşlar yerine füzelerin uçtuğu göğün altında? Sesler dinmek bilmiyor, yaşadıklarım çocuk ruhuma ağır geliyordu. Sıra hastane binasına da geldi. Hastane binası korkunç bir patlamayla sarsıldığında, hastalar ve tıbbi malzemeler havada uçuşuyordu. Büyükler enkazın puslu havasında ablamı, ağabeyimi ararken çocuksu bir saflıkla binaların yıkılışını izliyor; isimlerini sayıklıyordum: Şeyma! Said! O kargaşanın içinde ne arıyorduk? Ablamı ve ağabeyimi mi? Yoksa yıkılan çocukluğumuzu mu?
Duvarlardan soyunan döküntülerin arasından simsiyah dumanlar yükselirken hastane alanı tam bir kargaşa içinde, hastalar perişan haldeydi. Tıbbi malzemeler darmadağınık, sokaklara yayılmıştı. Aletler kırılmış, ezilmiş, işlevini yitirmişti. Üzerleri kanla boyanmış boy boy çocuk yan yana dizilmiş, birbirine sokulmuştu. Medet dede bacağını tutuyor, çaresizce gözyaşı döküyordu. Sabir, zor nefes alıyor. Seher’in ciğerleri sökülecek gibi öksürmekten. Nidal, karın ağrısından kıvranırken acıdan bayılıyor. Kan takviyesi ihtiyacı olan hasta sayısı zaman ilerledikçe artıyor. Kan bağışları bekleniyor ama insanlık kaderine terk edilmiş bu topraklarda.
Gözlerimi kısa süreli açabildiğim yakıcı havada ablamı ve ağabeyimi gördüğümde dünyalar benim oluyor. Ablamı ve ağabeyimi kucaklayan anne babamla birlikte kaldığımız binaya dönüyoruz. Babama sımsıkı sarılıyorum. Babama dokundukça hayal sayfamda yeni çizimler ekliyorum yarınlarıma. Okul binasında kırk sekizinci gün. Ağabeyim su tankeri önünde sıraya girip bize biraz su getirdi. Komşumuz bulduğu ekmeği yaşımız küçük olduğu için bizimle paylaştı. Ah, tadı ne kadar güzeldi. Burada zaman kavramı yoktu. Ne kadar zaman olmuştu gökyüzünün rengini görmeyeli?
Ağlamak istiyor, kendimde derman bulamıyorum. Yaralılar birbirine sokulup çaresizce bekleşirken annemle pazar yerinde yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Soğuk rüzgâr tenimizi yakarken titreyen bedenlerimiz korkunç bir patlamayla etrafa saçılıyor. Çocuklar dökülüyor yere, umutlar dökülüyor, yarınlar dökülüyor. “Anne!” nidaları yükseliyor göğe. Her yerde annemi arıyorum. Pazar yerindeki çocuklar açlığını unutuyor annesizliğinde. Gözyaşlarım birbiri ardına akarken annem bağrına basıyor beni. Dumanlar gözlerimi yakıyor. Kulaklarım uğulduyor. Ellerim yara bere içinde. Annemin kokusuna sarılıp sıcaklığını hissediyorum.
Güvende kalmak için okul inşaatına ulaşmaya çalışıyoruz. Yürüdüğümüz yol, geleceğimiz gibi paramparça. Sağımızda, solumuzda yıkılan binalar, yanan araçlar. Okula sığınmayı başardığımızda, zifiri karanlığa teslim oluyoruz. Ateş yakıp gölge oyunları oynuyoruz. Yüz elli kişiden otuz kişi devam ediyor hayata.
Gece bir örtü gibi huzuru yayar göğe, ama burada zulüm serpiliyor gökten yere. Kulakları sağır edercesine bir bombardıman. Yürek hoplatan bir saldırı. Tekbir sesleri, hıçkırıklar, feryatlar, iniltiler. Barut ve kan. Genzimi yakan bir duman. Vücuttaki yanıklardan yayılan koku. Odaya dolan cılız ışığın altında duvardan sarkan demir parçaları, birbirinden ayrılmış beton öbekleri beliriyor. Dilim damağım kurumuş. Ağzım toz toprak dolu. Yanağımdan sızan kan ıslatıyor ağzımı.
Elim uyuşan bacağıma uzanırken küçük Seher’in buz kesmiş bedenine dokunuyor. Yüzünde hüznün huzura kavuşturduğu çizgilerle uyurken atlamış ölümün kucağına. Ben de uyusam, bu şehir de uyusa, zulüm bırakıp gider mi yakamızı? Komşumuz Salih amca ilişiyor gözüme. Son nefesini vermiş oğlunu kucaklıyor, toz toprak içindeki saçlarını okşuyor. Bu çileli dünyaya kapanan gözlerinden öpüyor. Yüzündeki kan lekelerini siliyor nazikçe. Ölüme süslüyor evladını. En güvende hissettiği yerde küçük Muhiddin, baba kucağında. Bize de güvenli bir yer kaldı mı ki dünyada?
Yıkılmış gülüşlerin, darmaduman umutların diyarı burası. Belki çok uzaklarda vardır çiçeklenecek bir yer. Küçücük bir odadayız artık ölümden arta kalan bir avuç insan. Biz de sıramızı bekliyoruz, ölüme yürüyeceğiz aynı ritimde. Odanın ortasındaki ateş kıpırdanıyor kuvvetli rüzgarla. Son alevinde görüyorum çeperlenen küçük dünyamızı: Elleri, ayakları, yüzleri kırmızıya, siyaha çalan yanık izleriyle dolu insanlar.
Bu defa denizden geliyor ölüm. Sahil kesiminde hücum botlarından roket yağıyor. Küçücük dünyamızı da terk ediyoruz, başımızda bir çatı da yok. Artık daha da az kişiyiz bir çadırın içinde. Babam benden önce ölmesin diye dua ediyorum. Ufukta bir aydınlık belirdiğinde akıl almaz işkencelerle yerimizi terk etmeye zorlanıyoruz. Dayanacak mecalimiz kalmayınca, son bir gayretle adım adım uzaklaşıyoruz. Babam yanımda olunca açlığa, soğuğa, acılara, çocuk dünyama girmeye çalışan çirkinliklere katlanabiliyorum.
Ufuktaki aydınlık benliğimi çepeçevre kuşattığında, tüm sesler kısılıp bu girift bilmeceyi çözdüğümde, çiçek bahçesine girmişim gibi kokuyorum babamın kucağında. Gazze kaybettiği renklerine kavuşuyor. Dalları süsleyen turunçgiller avuçlarımda. Kırmızı bu topraklarda çileğe daha çok yakışıyor. Vadiden akan su mu geziniyor bedenimde ılık ılık? Bakışlarımda asılı kalan babamın zümrüt yeşili gözleri. Dedemin dilinde tekbirler, Ulu Cami kadar heybetli. Damağımda bir şerbetin tadı geziniyor. Beyaz çiçekler gibi kefenleriyle diziliyor tüm çocuklar Gazze sokaklarına. Kasımpatılar açıyor hala. Hüznümü taşıyorlar dillere. Herkes duysun neler yaşadığımı. Acılar bitti baba, burası artık çok güzel. Sözünü tuttun baba, benden önce ölmedin. Beyaz bir gerbera çiçeğiyim ben artık Gazze’nin bağrında masum masum büyüyen. Yarınlar yakınsa petunyalara da su ver baba, umut olsunlar.