Öykü
Şaban Yurtçu – Dikili
Babamın astım hastalığı oldukça ilerlemiş, emekli olmak zorunda kalmıştı. Bu sıralar abilerimin işleri de iyi gitmiyor, çoğu zaman siftah yapmadan dükkânı kapatıyorlardı. Babamın aldığı maaş ise ayın ortasını zor buluyor, annem zengin evlerine gündelikle çamaşıra, ortalık temizlemeye gitmek zorunda kalıyordu. Bu dönemde çalışmak, aile bütçemize katkı sağlamak, annemin, babamın yüzünü bir nebze de olsa güldürmek istiyordum. Okul kapanalı yaklaşık iki hafta olmuş, tüm uğraşlarıma rağmen çalışıp para kazanacağım bir iş bulamamıştım.
O hafta sonu Bayraklı’da oturan halamın kızı Fatma ablamlar misafirliğe gelmişti. Fatma ablam otuzlu yaşlarında olmasına rağmen oldukça kilo almış, vücudu löpür löpür et olmuştu. Küçük gözleri yanaklarının et katlarına bütün bütün gömülüyordu. Geniş omuzluydu. Üzerinde kısa kollu bol, geniş bir bluz vardı. Kolları bir but kadar kalın, ayakları puf böreği gibi şişti. Şişman olduğu için konuşurken soluk soluğa kalıyor, alnı tomur tomur terliyor, hiç durmadan elindeki mendiliyle alnını, yüzünü kuruluyordu. Fakat çok neşeli ve güler yüzlüydü. O sevecen, aydınlık gülüşüyle bana; “Şaban’ım sen napıyon?, okulunu bitirdin mi?, zayıfın yoktur inşallah, sana zahmet şu şişeden bir bardak su verir misin?” dedi. Ben de suyu doldurup ablama uzattıktan sonra; “Okulumu geçtim abla, zayıfım yok, şimdi çalışmak için iş arıyorum” dedim. Fatma ablam; “Eniştene bir söyleyeyim. Dikili’de villalara mermer döşüyor. Geçenlerde telefonda yanında çalışacak bir çırak aradığını söylemişti. Seni alsın, el kazanacağına sen kazanırsın” dedi. Bu arada annem; “Aman abası Şaban’ımın işini ihmal etme, eniştesine bir söyleyiver de yanına alsın” dedi. O günden sonra heyecanla Fatma ablamdan gelecek bir haber bekledim. İki gün sonra akşamüzeri beklediğim müjdeli haber geldi. Fatma ablam telefonda; “Şaban’ım eniştenle konuştum. Yarın sabah seni bekliyor. Hadi hayırlısı olsun inşallah” dedi. Ben de; “Abla gerçekten çok sevindim. Çok teşekkür ederim. Yalnız Dikili’ye inince eniştemi nasıl bulacağım?, adresi filan yok mu?” dedim. O da; “Şaban’ım yeri bulması çok kolay, önceden enişten bizi de bir gezdireyim diye götürmüştü. Dikili garajına inince sahil kenarını dümdüz takip et. Önüne bir tane disko çıkacak. Zaten başka disko yok orada. O diskonun yanındaki inşaatta çalışıyor, kime söylesen gösterirler” dedi. Teşekkür edip telefonu kapattım. Sabah olunca Annemle, babamla vedalaştım, ellerini öptüm. Babam; “Selametle git, selametle gel oğlum!. Allah yardımcın olsun!” dedi. Serinkuyu yokuşunu inip Dikili’ye giden minibüslerden birine bindim. Üzerim de sadece Dikili’ye gidecek kadar param, bir tane de şehir içi telefon jetonum vardı. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuktan sonra minibüs Dikili terminaline girip, yavaşça terminal peronuna yanaştı ve kapısı “pıssss” diye açıldı. Minibüsten indiğimde terminal çay ocağının yuvarlak duvar saati dokuz buçuğu gösteriyordu. Dışarıda çok hoş, serin bir hava vardı. Esen ılık rüzgârla birlikte burnuma dalga dalga deniz ve yosun kokusu geliyordu. Bu güzel kokuyu derin derin içime çekerek eniştemi bulmak üzere yola çıktım. Sahilden elli metre dışarıda uzayıp giden asfalt bir yol vardı. Yolun sahile bakan tarafında yan yana sıralanmış teraslı iki katlı villalar, diğer tarafında ise beşer katlı binalar inşa ediliyordu. Yol boyunca ilerlemeye başladım. Yaklaşık yüz metre gitmiştim ki sol tarafta bir disko gördüm. “Fatma ablamın bahsettiği disko herhalde bu olmalı” diye düşündüm. Diskonun cam kapısından şarkı söyleyen titrek sesler geliyor, içeride org çalıyordu. Diskonun yan tarafındaki villa inşaatına geçtim. Çalışan işçilerle konuştum. Eniştemden bahsettim, adının Ali ihsan olduğunu, diskonun yanındaki villa inşaatında çalıştığını söyledim. İşçilerden birisi alaylı bir şekilde; “Ooo delikanlı, bu yol boyunca onlarca villa var, hangisinin yanında çalışıyor kim bilir?, biz tanımıyoruz hadi selametle!” dedi. Demek ki Fatma ablam yanlış biliyordu. Bir değil, onlarca disko vardı. Tek tek dolaşmaktan başka çarem kalmamıştı. Yol boyunca ilerlemeye devam ettim. Villalar bitene kadar belki on tane disko önünden geçtim. Kime sorsam eniştemi tanımıyordu. Yaklaşık iki kilometrelik sahil şeridini üç defa gidip geldim, sağlı sollu tüm inşaatlara uğradım, fakat sonuç değişmiyordu. Eniştemi tanıyan kimse yoktu. Işık ve ateş yağdıran güneşin altında üç saattir aç, susuz yürüyordum. Açlıktan gözlerim kararıyordu. Yapışkan ter şakaklarımdan akıyor, burnumun ucundan damlıyordu. Adresi net bir şekilde öğrenmek için cebimdeki tek jetonla Fatma ablamı aramaya karar verdim. Postane dışındaki çevirmeli telefon kulübesine girdim. Yedi rakamlı numarayı çevirdim. Telefon ahizesini kulağıma bastırıp sırtımı kulübeye dayadım. Telefon çalmaya başladı. Fatma ablam karşımdaydı kendisine; “Alo abla, ben Şaban. Dikili’ye geldim. Burada dediğin gibi bir tane değil, onlarca disko var. Eniştemi tanıyan kimseye rastlamadım. Bulmam için hatırladığın başka bir işaret, yer var mı?” diye sordum. Ablam; “Şaban’ım işte bir disko var onun yanında çalışıyor, hemen bulursun…” dedi ve telefon iki kere bipleyip kapandı. Jetonum bitmişti. Şimdi ne yapacaktım. Cebimde de bir kuruş param yoktu. En kötü ihtimal terminaldeki çağ ocağında akşam çaycılık yapar, yol paramı kazanır, ertesi gün ilk minibüsle eve dönerim diye düşündüm. Tekrar sahil boyunca yürümeye başladım. Aldığım cevaplar hep olumsuzdu. Artık villaların, binaların gölgeleri doğuya doğru uzanıyor, gün ikindiye devriliyordu. Eniştemi bulma ümidimi kaybetmek üzereydim. Hava kararmadan son bir tur daha atmaya karar verdim. İki kilometrelik sahil şeridini tekrar taradım. Artık kimseye bir şey sormuyor, sadece gözümle etrafı tarıyordum. Terminale iki yüz metre kala beş katlı inşaatların arasından çıkan birisiyle yüz yüze geldik. Karşılaştığım kişi eniştemdi. Ümidimi tam yitirmek üzere olduğum anda eniştemin birden karşıma çıkması beni oldukça sevindirmişti. Eniştem; “Vay aslan yeğenim, hoş geldin Şaban’ım!” diyerek muhabbetle sarıldı bana. Sonra da konuşarak yolun karşısında, eniştemin çalıştığı villa inşaatına geçtik. Bir kişi bina giriş merdiveni kalıbı çakıyordu. Eniştem; “Ali usta! Bak bu benim yeğenim Şaban. Bu günden sonra bizimle çalışacak!” dedi. Ali Ustayla el sıkışıp tanıştıktan sonra eniştemle villanın içine geçtik. Dubleks villanın kapı ve pencereleri yoktu. Zemin mermer döşeliydi. Zeminin ortasında bir makine vardı. Eniştem o makineyi göstererek; “Aslan yeğenim, bu silim makinesi. Senin ilk işin bu makineyi kullanmak olacak. Sana yarın sabah nasıl kullanılacağını anlatacağım” dedikten sonra iç merdivenden villanın üst katına çıktık. Bir odayı yatak odası yapmışlardı. Çamaşır ve iş elbiselerimin olduğu valizimi odanın bir köşesine bıraktım. Eniştem; “Şaban’ım burası bizim geceleri istirahat ettiğimiz odamız” dedi. Odanın kapı ve pencere boşlukları sinek girmesin diye ahşap çerçeveli naylonlarla kapatılmıştı. Odada dört beş kişinin üzerinde rahat bir şekilde yatabileceği ahşap dikmelerden bir sedir vardı. Sedirin üzeri tahtalarla kaplanmış, tahtaların üzerine naylon şilteler, kilim ve battaniyeler serilmişti. Eniştem; “Yeğenim sen oldukça yorulmuşsundur. Üzerine rahat bir şeyler giy, biraz istirahat et. Bugün akşam yemeğini dışarıda yiyeceğiz. Ben iki saate kalmaz gelir seni kaldırırım” dedi ve odadan çıktı. Valizimden eşofmanlarımı çıkarıp giydim. Gün içerisinde çok yorulmuştum. Bir an önce uzanıp az da olsa uyumak, istirahat etmek istiyordum. Başımı yastığa koyup, nevresimi üzerime çektim. Bir yandan uyumaya çalışırken bir yandan da gün içerisinde yaşadıklarımı düşünüyordum. Eniştemle karşılaşmamız gerçekten şaşırtıcıydı. İki üç saniye önce geçmiş olsam, eniştem beni göremeyecek, arkamdan geçip gidecekti. Annem her zaman; “Kul darda kalmadıkça Hızır yetişmez” derdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Tüm ümidim tükenmek üzereyken Allah halime acımış, beni eniştemle karşılaştırmıştı. Kafamda bu düşünceler dolaşırken gittikçe ağırlaşan bir uyku, gelip göz kapaklarıma oturdu. Çok geçmeden kısa, dinlendirici bir uykuya dalmıştım. Eniştemin dokunmasıyla gözlerimi açtığımda, havanın oldukça kararmakta olduğunu farkettim. Eniştem; “Hadi Şaban’ım hazırlan yemeğe gidiyoruz” dedi. Üstümü değiştirdikten sonra Eniştem, Ali usta ve ben yola çıktık. Dışarıda temiz, serince bir hava vardı. Gökyüzü ışıl ışıl yıldız doluydu. Çok geçmeden giriş kapısı üzerinde Olof Palme Barış Parkı yazan alana girmiştik. Lokantanın önüne geldiğimizde kibar, güleç yüzlü bir garson kız; “Buyrun efendim, hoş geldiniz” diyerek bizi içeri aldı, köşede, deniz manzaralı, üzeri saten masa örtüsüyle kaplı yuvarlak bir masaya geçtik. Lokanta oldukça kalabalıktı. Garsonlar bilardo masasındaki bilyeler gibi sürekli sağa sola koşuşup duruyorlardı. Lokanta oldukça havadar olmasına rağmen burnuma buram buram içki kokusu geliyordu. Şöyle başımı kaldırıp baktığımda içkinin içilmediği masa yok gibiydi. Çok geçmeden garson kız elinde not defteri bizim masaya geldi. Güleç yüzle bakarak; “Hoş geldiniz. Ne arzu etmiştiniz?” diye sordu. Eniştem; “Önce birer kâse mercimek çorbası, sonra birer porsiyon İskender, yanında iki bira, yakışıklı gence de bir kola, yemekten sonra da tatlı olarak künefe alalım” dedi. Garson kız siparişleri not alıp defterini dikkatle belindeki kemere yerleştirerek uzaklaştı. On dakika sonra siparişler geldi. Açlıktan midem kazınıyor, dizlerim titriyor, başım dönüyordu. Sabahtan beri hiçbir şey yememiştim. İskendere kör köstü gibi yumulmuştum. Yemekten sonra onlar biralarını içerken ben de çayımı yudumluyordum. Eniştemle Ali usta arasında koyu bir muhabbet başladı, onların muhabbeti beni sarmadığı için canım sıkılıyordu. Çayımı içtikten sonra enişteme deniz kenarında biraz dolaşmak istediğimi söyledim. Eniştem; “Tamam Şaban’ım bir saate gideceğiz, fazla geç kalma, olur mu?” dedi. Yanlarından ayrıldım.
Deniz kenarı da içerisi gibi oldukça kalabalıktı. Her taraf salkım saçak insan kaynıyor, dört bir tarafta hareketli, oynak müzikler çalıyordu. Rıhtım kenarında oturup, ayaklarımı uzattım. Deniz kokusunu derin derin içime çekerek muhteşem güzelliği seyre daldım. Denizin üstünde ferahlatıcı bir serinlik vardı. Bir yanda kabaran dalgalar kıyıyı dövüp dururken bir yanda da limana bağlı kayıklar hafif hafif sallanıyordu. Karanlık gecede yıldızlar, sihirli mücevherler gibi parıldıyordu. Ay gökte kocaman, ışıklı bir balon gibi gülümsüyor, ışığı gümüşten bir örtü gibi kabaran suların üzerine dökülüyordu. Denizin üzerinde ışıl ışıl binlerce yakamoz yanıp yanıp sönüyordu. Uzaklarda Midilli adasının pırıl pırıl renkli ışık anaforları kaynaşıp göz kırpıyorlardı. Güzelliklere öyle dalmışım ki vaktin nasıl geçtiğini fark edememişim. Eniştemin sırtıma dokunup; “Hadi Şaban gidiyoruz” demesiyle kendime geldim. Birlikte istirahat edeceğimiz villa inşaatına doğru yol almaya başladık. Çok geçmeden villaya geldik. Onlar içkinin de etkisiyle yatar yatmaz derin bir uykuya daldılar. Özellikle Ali usta bir örümcek gibi yüzükoyun yattığı yerden elektrikli testere gibi horlayıp duruyordu. Horlamadan olsa gerek yaklaşık bir saat uyuyamamıştım. Daha sonra gözlerime uyku bulutları çökmeye başladı. Bir müddet sonra içim geçmiş, tatlı bir uykuya dalmıştım. Sabah hep birlikte serçe cıvıltılarıyla uyandık. İç odada kahvaltılık malzemelerin olduğu eski bir buzdolabı vardı. Dolaptan kahvaltılık malzemeleri zeytin, peynir, reçel vb. çıkarıp çayla güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası eniştemle birlikte silim ve parlatma makinesinin başına geldik. Eniştem cihazın nasıl çalışacağını, zımparaların nasıl değiştirileceğini, yapacağım işi tüm detaylarıyla anlattı. Günlerim cihazın başında villaların zemin kaplamalarını silmek ve parlatmakla geçiyordu. Akşamları eniştemler genelde parka içki içmeye giderler, ben ise yalnız takılır, çoğu zaman denize girer, yüzer sonrada şehrin eğlenceli sokaklarında dolaşırdım. İşe başlayalı yaklaşık yirmi gün olmuştu. O akşam Olof Palme Barış Parkına doğru giderken sol tarafımda geniş bir meydanda muazzam bir kalabalığın olduğunu fark ettim. Kalabalığın ön tarafında, sahnede bir sanatçı şarkı söylüyor, insanlar da onun şarkılarına eşlik ediyorlardı. Duvarlara asılı posterlere baktığımda sahnedeki sanatçının Ahmet Kaya olduğunu anladım. Ben Müslüm Gürses hayranı olduğum kadar, Ahmet Kaya da hayranıydım. Resitallerdeki tüm parçalarını ezbere biliyordum. Kendisini daha yakından dinlemek ve görmek için kalabalığın arasından ön taraflara doğru ilerledim. Artık Ahmet Kaya’yla aramızda beş metre kadar bir mesafe vardı. Konseri bitene kadar hayranlıkla dinledim. Bildiğim şarkılarına eşlik ettim. Konser sonrası istirahat etmek için villaya geldiğimde eniştemlerin daha gelmediğini fark ettim. Villanın terasından denizin sesini, yakamozları ve Midilli adasının ışıklarını seyre daldım. Bir taraftan da içimden; “Vay be, buralarda Ahmet Kaya’yı da görmek varmış” dedim. Çok geçmeden oturduğum terasta uyuklamaya başladım. Kalkıp yatağıma gidip yattım. Daha sonraki günlerde silim işi bitmiş, eniştemle birlikte villa basamaklarının mermerlerini döşemeye başlamıştık. Dikili’deki çalışmalarımız bir buçuk ayın sonunda bitmişti. Eniştem toplu olarak çalışmalarımın karşılığı parayı vermişti. Kendileri birkaç gün daha orada kalacaklardı. Eniştemin ve Ali ustamın ellerini öpüp kucaklaşarak vedalaştım. İki saatlik yolculuktan sonra ikindi serinliğinde mahallemize gelmiştim. Aile bütçemize katkı sağlayacağım için çok sevinçliydim.
Merdivenlerden inip evimizin giriş kapısı önüne geldiğimde babamı orada sandalyede otururken gördüm. Sevinçle; “Babam ben geldim” deyip ellerini öptüm. O da; “Aslan oğlum, hoş geldin” deyip alnımdan öptü. Gururla, cebimden kazandığım parayı çıkarıp babama uzattım. Babamın durgun, hüzünlü çehresi birden aydınlandı, çok sevindi. Kazandığım parayı saydı. Sonra da; “Aslan oğlum benim, sen okuyacaksın inşallah, nereye kadar okursan gücüm yettiği kadar seni okutacağım. Şaban’ım çok sıkışmıştık, bu getirdiğin para bizi çok rahatlattı” dedi. O günü aileme kovuşmanın sevinciyle geçirdim. Ertesi gün babam beni yanına çağırdı; “Şaban’ım bak bu paraların üzerinde nerelere verileceği yazıyor. Bunlar borçlarımız. Şunu Kadir bakkala, şunu Musa emmiye, şunu da Süleyman eniştenlere ver. Gelirken de bir Bafra sigarası al ” dedi.