Connect with us

Röportaj

Röportaj Doğukan İşler “Dünya Kiracısı”

Merhaba. Bir röportajınızda, İstanbul’a tiyatroyla ilgilenmek için geldiğinizi söylüyorsunuz. Sizi öyküye yönlendiren şey ne oldu?

Aslında, lise yıllarındayken zaten öyküler yazmaya ve edebiyat dergilerine bu yazdıklarımı göndermeye başlamıştım. Mektupla, bildiğiniz zarflı pullu, dergilere öykü gönderen son nesildenim galiba! Daha da öncesinde, ilkokul-ortaokul yıllarında da, özel olarak yazılarımı yazdığım defterlerim vardı aslında. Tabii bu yazdıklarımın “öykü” olduklarının henüz farkında değildim. Çok ama çok okuyordum ve bu hayranı olduğum yazı evreninin bir parçası olmak için de tabiri caizse kalem oynatmaya başlamıştım çoktan… Bir taraftan da oyunculuk hevesim: Ailemden zorla izin alıp kurslara gidiyordum, skeçler yazıp arkadaşlarımla sınıfta oynuyordum, lisemdeki tiyatro kulübüyle sahneye oyunlar koyuyorduk… Tiyatro sevdam ve yazmak, hep at başı ilerliyordu aslında ama sonrasında, baktım ki yazmak daha ağır basmaya başlamış. Tiyatroya olan ilgimle, yazmayı aldatmaya başladığımı düşünmeye başladım ilerleyen yıllarda. Yine de sanatın hangi dalı olursa olsun, hiçbirine olan ilgim azalmadı. Yazı dünyamı zenginleştirecek her şey benim için gerçek hazinedir.

Öykü Yapım Çalışmaları ve Dünya Kiracısı kitaplarınızda da görüldüğü üzere öykülerinizde genel olarak bir arayış söz konusu. Bu arayışın sizi ve eserlerinizi beslediğinizi düşünüyor musunuz? Ayrıca; eserlerinizi incelediğimizde Öykü Yapım Çalışmaları, Rüya Kadar ve Dünya Kiracısı kitaplarınızda, birden fazla öykü tarzını görüyoruz. (Öyküyü zenginleştiren, okura farklı bakış açıları sunarak öykünün anlamını genişleten anlatım teknikleri…) Hem postmodernizm etkisi öne çıkıyor hem de toplumcu gerçekçi konuları ele alıyorsunuz. Yer yer de yeni denemeleri görmek mümkün. Bu bilinçli bir tercih mi?

Bir yazarın, elbette ki kendi sesini bulması mühim: Ama bu ses, tekdüze bir notadan ibaret olmamalı. Nasıl ki bir müzik inişleri çıkışlarıyla, tiz ve pes sesleriyle, hatta çoğu kez sessizliğiyle bir bütünse; yazarın eserleri de böylesi bir yolu betimler nihayetinde. Arayıştan ziyade, bir yolcuğun duraklarını görüyoruz, belki de. Çünkü ben sabit durmayı doğru bulmuyorum. Aynı duraklardan on kere de geçecek olsam, her geçtiğimde başka bir Doğukan olarak orada olduğumun farkında, sonsuz bir yolculuğun yolcusu olmanın sevincindeyim.

İnsanın tüm ömrü, aramakla (ama neyi?) geçmiyor mu zaten? Ben bir şeyi aramak yerine, bulduğumu sandığım şeyin daha iyisine ulaşmak çabasındayım. Öykü, daha genel anlamda yazı, bize o daha iyisine ulaşma yolunda bir rehber olabilirse, ne mutlu. Bir kelime tercihi, günlük hayatta bile bizi rezil de edebilir, vezir de. O zaman: Her yoldan geçmeli, ama Doğukan olduğumun bilincinde olmalı, kendimin daha iyi bir versiyonunu o sokaklarda aramalıyım, diye düşünüyorum.

Okuyucularınıza belli oyunlar oynayan metinleriniz var. Mesela “Serçe Kuş” öyküsündeki karakterinin isminin Cahit olması, ki aynı isimle Cahit Zarifoğlu’nun bir kitabı var. “Dünya Kiracısı” öyküsündeki albay karakteri, Spencer Holst ithaflı kedi öyküsü, Borges ithaflı “Kum” öyküsü gibi… Öykü Yapım Çalışmaları’nda da epeyce Borges vurgusu var… Siz okuyucularınızın belli bir düzeyde olmasını istediğiniz için mi yoksa okuyucuya bir yön belirlemek için mi bu tarz oyunlar oynuyorsunuz? Ya da sebep ne?

Bir önceki sorunun devamı aslında bunun yanıtı: Yazı, edebiyat bir rehber. Bu rehberin sayfaları arasında, deyim yerindeyse “altı çizili” isimler ve metinler var. Ben de kendi metinlerimde bu isimler ya da metinleri anmayı ya da anımsatmayı, daha moda tabirle “gönderme” yapmayı önemli buluyorum. Böylece, daha önce bu yazarları/metinleri okumuş olanlarla bir yoldaşlık duygusu olsun istiyorum. Okumamışlar içinse, aslında birer tavsiye, birer adres tarifi. Daha da kabacası: Bu metinden, yani benim öykümden hiçbir şey kalmasa da aklında/gönlünde okurun, hiç olmazsa bu metinler/isimler kalsın. Elbette onlar sana bu hayatın sonsuz yolculuğunda, en iyi rehberlerden olacaktır.

Dünya Kiracısı, Rüya Kadar, Öykü Yapım Çalışmaları, Binbir, Kekeme Hamlet, Annemin Gölgesi isimli kitaplarınız var. Hatta, öykü isimleriniz de biraz ilginç: “Borges Olsa Bu Öyküye Mutlaka Bir Anlam Verirdi”, “Mekbizsenbensiztup”, “Lisan-ı Kedi’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâzahatı Şâmildir” gibi öykü isimleri dikkat çekiyor. Bu isimleri seçerken neye dikkat ediyorsunuz?

Yazdığınız bir metne, bir öyküye, hele ki kitaba isim verebilmek sanırım işin en zor kısımlarından biri. Sonuçta, ilk başta okurla tanıştığını yer, bu isimler. Tabii, her kitabın ve öykünün kendi kendine ismini verdiği bile olabiliyor bazen. İsmiyle birlikte gelebiliyor. Ama nihayetinde oturup bir isim koyabilmek, çok yorucu. Ama ben bu isim meselesini de çok seviyorum. Metnin kendi dinamiğine, oyununa dahil ediyorum isimleri de. Böylece, daha isminden itibaren başlıyor yolculuk. Okura bir göz kırpma, “bak burada farklı bir şey var” demenin, sevimli oyunbazlığı da!

Hem yetişkin hem de çocuklar için yazılmış kitaplarınız var. Çocuk kitapları, yetişkinler için yazılan eserlerden öncelikle hem yazılı hem de görsel yönüyle ayrılmaktadır. Yazınsal sürecinizde bu ayrımı yapmakta zorlanıyor musunuz?

Yazının hemen hemen her alanında, sanatsal ya da mesleki ürün/eser vermiş biriyim sanırım. Türler, sizin sunduğunuz şeyin birer kabı mahiyetinde aslında. O kabın şeklini aldığı için ona “çocuk kitabı” ya da “öykü”, “roman” diyorsunuz. Ama nihayetinde, dozlar değişiyor sadece. Hiçbir zaman, “Çocuk kitabı böyle olur…” diye bir şey oturup yazmadım. Tersine, “çocuğa göre” düşüncesini benimsedim. “Bu öyküyü, yetişkin Doğukan değil de çocuk Doğukan yazsa, nasıl yazardı?” diye oturup kaleme aldım. Edebiyattan, anlatma sanatından hiç ödün vermeden kaleme aldım tüm yazdıklarımı. Bu ayrım gibi görünense de aslında tek kaynaktan beslenen ve dozunu tutturmakta, ince ayarını yapabilmekte mahir olmanız gereken şeyler. Çünkü, bir büyüğümün de dediği gibi, “Kemal, teferruattadır.”

Çocuk edebiyatı alanındaki çalışmalarınız öykücülüğünüze nasıl bir etkisi oldu?

Edebiyatın tüm alanları, elbette birbirini besleyen kaynaklar. Siz, pergelin bir ucunu kendi diliniz olarak belirlerseniz, tüm farklı tür ve alanlar, sizi mutlaka olumlu anlamda besleyecektir. Maalesef, ülkemizde hâlâ çocuk edebiyatı, “küçük” görülüyor. Yetkin eserler üreten ve bunun peşinde giden yazarlar çok az. “Yetişkin” için yazanlar, nedense çocuklar için yazmayı ya basite aldığı için ya da -sert olacak belki ama- hor gördükleri için, bu alanda çoğu kez vasata razı olunuyor.

Editör olarak çalışıyorsunuz. Editörlük mesleğinin yazarlık hayatınıza ve öykülerinize nasıl bir etkisi oldu?

Stephen King, Yazma Sanatı adlı kitabında, çok tatlı bir şey söyler: “Editör her zaman haklıdır. Buna karşın hiçbir yazar editörünün tavsiyelerinin tamamına uymaz çünkü hepsi günahkârdır ve editöryal mükemmelliğe ulaşamamışlardır. Başka bir deyişle yazmak insani, editörlük ise ilahidir.” Ben de, bir yazar olarak kendime bir şekilde hep editörlük yapıyorum, tüm günahlarımı kabul ederek. Bu

bir çatışma ya da kolaylık gibi görünse de aslında hem yazma sürecimi uzatan hem de en mükemmele ulaşmak için beni kamçılayan bir şey. Sanırım birçok okur, “Zaten editör!” diye metinlerimi hem övüyor hem de ufacık bir hata görse, “Bu ne biçim editör!” diye yeriyordur. Olsun, editörler King’in de dediği gibi ilahidir ve dünya sözlerine pek aldırış etmezler…

İlk kitabınız Öykü Yapım Çalışmaları’nın arka kapağında, “Nihayet öykü de öldü! Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen öykü, dün hayata gözlerini yummuştur…” yazmakta. Bu bağlamda, günümüz öykücülüğü mevcut durumu için neler söyleyebilirsiniz?

İlk kitap özgüveninden belki, belki de genç yaşta iddialı bir giriş yapmak edebiyat dünyasına, bana bu sözleri ettirdi: İyi ki de etmişim! (O metin, Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanından mülhemdir, bu arada…) Benim kabaca “anıgibiöykügibi” dediğim metinlerin popüler olduğu zamanlardı ve edebiyattan uzak, zaten pek de sevilmeyen bir tür olarak öykü hiç revaçta değildi. Ama sanırım, günümüzün getirdiği hız algısı, öyküyü yeniden bir şekilde sevdirdi okura. Öykü yazanlar ve bunu ustalıkla yapanlar da daha çok görülmeye başlandı. Bu hususta, çok mutluyum. Günümüz öyküsü, bence Türk edebiyatının kalıcı isimlerini yavaş yavaş bize göstermeye başladı bile. Umarım, ben de aralarında kaynarım…

Her röportajın olmazsa olmaz sorusu “son olarak” ne demek istersiniz? Bir şeyler tavsiye etmek ister misiniz?

Tavsiye, verilir ama genellikle uyanı olmaz. Bu sebeple tavsiyem, yazmak ve okurluk yolcuğunda kimsenin tavsiyesine uymamak, ama hep aklın bir köşesinde, hatta vicdanın sesi olarak, bunları tutmak, olabilir. Bir musibet, bin nasihat hesabından: Elde var, hüzün.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir