Öykü
Mıgırdiç Margosyan-Gâvur Mahallesi
Kış günüydü. Kar, Diyarbakır’ın daracık küçelerini iyice örtmüş, her tarafta derebeyliğini sürdürüyordu. Aziz Sarkis’in ak sakalı gibi yol boyunca uzanıyor, sonra kilisenin avlusundan merdivenleri tırmanarak yüksekteki çan kulesinin tepesinden şehri kutsayan haçı kucaklayıp öpüyordu.
Uso kilisenin zangoçuydu. Deli Uso da derlerdi. Aslında ondan söz ederken yarım akıllı demek daha doğru olur. Uso kilise zangoçluğuna atanmadan önce, kendinden üç yaş büyük olan kardeşi demirci Sabro’nun yanında çalışır, körük çekerdi. Uso kıt aklıyla, zaman zaman olur olmaz her şeye kızıp sinirlendiği için lakabı “sinir küpü”ne dönüşen demirci Sabro’ya akıl vermeye kalkışınca kıyamet kopar, kardeşlik unutulur, didişme usta çırak kavgasına döner, sonunda yetişen komşuların araya girmesiyle kan gövdeyi götürmeden iş tatlıya bağlanırdı. Uso üstündeki deri peştemalı hırsla çözüp çıkarır, abisine doğru fırlatır, işi bıraktığını söyleyerek “Bir daha bu dükkâna ayak basarsam anam avradım olsun!” diye bağırıp daha bir dizi küfür savurduktan sonra, benzer kavgaların ardından yaptığı gibi, dört dükkân aşağıdaki ikiz kardeşi demirci Rızgo’nun dükkânına gider, doğruca körüğün başına geçip işe koyulurdu.
Uso’nun, kardeşleri Sabro ve Rızgo arasında mekik dokuması, aslında olağan ve alışılagelmiş bir olaydı. Kimsenin bu kavgaları yadırgadığı da yoktu. Sabro ve Rızgo evlenmiş, ayrı ev bark kurmuşlardı. Babaları öldüğünden, anaları Rehan Baco oğlu Uso’yla birlikte kilise avlusundaki küçük bir odada yaşıyordu. Zangoç Zıfkar’ın ölümüyle boşalan yere Uso’nun atanması, o güne kadar kilise yönetim kurulunun aldığı tüm kararlar içinde en doğrusu ve en uygunu olarak görüldü. Ermeni toplumu, yönetim kurulunun aldığı bu yerinde kararı bir taşla iki kuş vuruldu diye alkışla karşıladı. Birincisi, kardeşler arasında belki de bir gün kanla, bıçakla, orak veya balyozla sonuçlanacağından korkulan kavgalar önlenecek, Uso’nun demirci çıraklığı kırk yaşlarında sona ermiş olacaktı. İkincisi ve daha önemlisi, kafasına estikçe sırf eğlenmek için zırt pırt çan çalması, resmen yapılan bu atamayla belki biraz önlenmiş olacaktı… Ne var ki, görevi icabı hep kilisede, dolayısıyla evinde kalacağından sokakta peşine takılıp onunla dalga geçerek eğlenenler, onun yakası açılmadık küfürlerinden mahrum kalacaklardı…
O gün, o bembeyaz gün, Güzellerin Meryem öldü diye kulağına çalınınca, Uso çok, ama hakikaten çok üzüldü. Her ölenin ardından ağlardı. Her ölenin ardından ciğeri dağlanırdı. Zaten genelde iki gözü iki çeşmeydi. Meryem için de ağlayıp görevini yerine getirdikten sonra, kendi kendine söylenmeye başladı:
“Hıçe sağ salim dururken, gül gibi Meryem ölsün… Bak sen bu işe!”
Delilik, yarım akıllılık bir yana ama, Uso zangoç olduktan sonra, daha doğrusu göreve resmen atandıktan sonra, bu işi daha da benimsedi. Meryem için yeterli miktarda gözyaşı döktükten sonra, kutsal görevini hatırlayarak aceleyle koştu, kilise çanının ipini duvardaki bağlı bulunduğu çengelden söktü, tüm gücüyle ipe asıldı, çan çalmaya başladı. Çan sesleri şehrin sokaklarına ding-dong, ding-dong diye dalga dalga yayılıp damlardaki kar yığınlarına çarpıp yankılanırken, o da, çan sesleriyle beraber söyleniyordu:
“Kaynana dururken, gelin öldü.”
“Kaynana sağ, gelin güm!”
“Bu kış kıyamette, olacak iş mi bu? Tanrı da şaşırdı galiba!”
“Tövbe, tövbe, tövbe…”
Uso’nun bitip tükenmek bilmeyen çan seslerine, yakındaki Şeyh Matar Camii’nin müezzini de “ya sabır, ya sabır” diyerek katlanıyor, sonunda o da görevini hatırlayıp, tarihi Dört Ayaklı Minare’den sesleniyordu:
“Allahu ekber, Allahu ekber!”
“Ding-dong, ding-dong!”
“Allahu!”
“Ding!”
“Ekber!”
“Dong!”
Müezzin Nusret, soğuktan domates kırmızısına dönmüş koca burnuyla minareden indiğinde, Uso hâlâ, kısacık boyu, toparlak vücuduyla tarihi çanın ipine asılıp duruyor, müezzinin pes edip minareden inişine içten içe seviniyordu. Çan sesleri dalga dalga ta uzaklara, en uzaklara yayılıyor, tüm Ermenilerin soğuktan kızarmış kulak memelerine soru olup asılıyordu.
“Hayrola kirve Bedo, bu saatte bu çan sesleri niye?”
“Hayır değil, şer… Güzellerin Meryem sizlere ömür.”
“Kurtuldu… artık acı çekmiyor.”
“Ama daha gencecikti.”
“Bu işler gence yaşlıya bakmaz.”
“Doğrudur.”
“Tanrı günahlarını affetsin, bağışlasın ve ruhunu kutsasın.”
“Amin…”
Demirci Dikran bir kulağı Uso’nun çan sesinde, diğer kulağı Kürt müşterisinde, körük çeken çırağına “Dı hade çeek, ula çek!” diye bağırırken, bir yandan da ocaktan çıkarıp dövdüğü kızgın demirin gürültüsüne karışan çan seslerinin nedenini yorumlamaya çalışıyordu.
Yemenici Tumas zamansız çalan çan seslerini duyar duymaz çırağına seslendi:
“Gırbo! Fırla, kiliseye koş, bak bakalım bu deli herif gene niye çana asılıp duruyor…”
Çırak Gırbo bir an önce dükkândan tüymek ve sokakta arkadaşlarıyla aşık oynamak için plan yapadururken, böyle bir fırsatı kaçırır mıydı? Hemen belindeki deri peştemalı çözüp ok gibi sokağa fırladı. Gırbo, arkadaşıyla aşık oynayıp, onları bir güzel üttükten sonra yiyeceği dayağın hesabını yaparak kan ter içinde dükkâna döndüğünde ustasından azar işitti:
“İki saattir neredeydin ulan itoğlu it!”
“Usta, Güzellerin Meryem ölmüş.”
Oysa ustası, kalaycı Sago’dan, puşici Samo’dan, amele Sıko’dan, şaşı Dono’dan ve mıhsıçtı hacı Nono’dan çan seslerinin nedenini çoktan öğrenmişti.
Uso, müezzin Nusret’in minareden inişiyle, kendince galip gelmenin tadı damağında, çanın halatını tekrar duvardaki çengeline doladıktan sonra aceleyle sokağa fırladı. Uzak mahallelere, ta en uzaktakilere, oradaki sağırlara, çan seslerini duymayanlara seslenmeye gidiyordu. Yol boyunca rastladığı her Ermeni’ye haberi değişik cümlelerle veriyordu:
“Güzellerin Meryem öldü.”
“Dikro dayı! Güzellerin Meyro, Hıçe’nin gelini sizlere ömür…”
“Sako emmi, duydun mu? Güzellerin güzeli Meyro da öldü.”
Uso kısacık boyuyla karlar içerisinde yuvarlanıyor, zaman zaman karlara gömülüp ayağından çıkan yemenisine küfrederek koşuyor, soğuk kış gününde vıcık vıcık ter içinde, uzaktaki Gâvur Mahallesi’ne ulaşıyordu.
Uso görevini eksiksiz yapmanın huzuru içinde yorgun argın kilisenin yolunu tuttuğunda, evlerde, dükkânlarda, hep Meryem’in sözü ediliyordu.
“Güzellerin Güzel’i!”
“Zavallı!”
“Tanrı taksiratını affetsin!”
“Tövbe ama, onun sırası değildi…”
“İhtiyarlar dururken gençler alınmaz ki!”
“Yazıklar olsun!”
“Ne kadar da güzel gözleri vardı!”
“O ne boy, o ne endam!”
“O ne kaş, o ne göz!”
“Ya o yürüyüş?”
“Ya düğünlerdeki, ‘toy’lardaki halay çekiş, oynayış?”
“Ardında iki yetim çocuk…”
“Hıçe bakar onlara…”
“Hıçe’nin kendine hayrı yok…”
Konuşmalar, yorumlar, Meryem’in toprağa verilmesine dek sürdü. Kilise tıklım tıklım doluydu. Uso, bunda en büyük payı kendine, bir de çalmaktan büyük zevk duyduğu çan seslerine çıkardı. Hemen herkes kiliseye dolmuştu. Gelmeyen, bir tek, kafasında bir tahtasının eksik olduğuna inanılan ve bu nedenle adı çatlak kafalı Vanes olarak herkesçe onaylanan Vanes’ti. O, pazar günleri dışında, eşeklere, merkeplere, katırlara, atlara semer diktiği dükkânını kapatıp, kilitleyip, çırağına mırağına teslim edip, kiliseye miliseye, cenazeye menazeye gitmezdi. Zaten ondan da beklenen daha fazlası değildi. Ne iş yaptığını, mesleğinin ne olduğunu bilmeyenlerin sorularını, böbürlene böbürlene, sırıtarak, “Ben eşek terzisiyim” diye cevaplayan adamdan, başka bir eşeklik beklenir miydi?
Meryem’i götürüp gömdüler kızının mezarının yanı başına. Altı ay önce doğurduğu kızının yanına… Birazcık gözyaşı, birazcık günlük kokusu ve papaz Arsen’in bolca dualarıyla…
Çevrede toplanmış, papaz Arsen’in sakalını, siyah cüppesini, elindeki gümüş haçı hayretle ve merakla izleyen donsuz Kürt çocuklarına dağıtılan tahin helvası ve ekmekle ilk günün hayratı tamamlanmış oldu.
Güzellerin Güzel’i toprağıyla baş başa kalınca yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nışo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya başladı. Kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani attar Yusuf ile dükkân komşusu Süryani berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.
O gece uykusuz iki kişi vardı: Biri Meryem’in kocası duvarcı ustası Sıko’ydu, diğeri de gelininden önce ölmediğine kahredip sanki suçluymuş gibi tuhaf bir duyguya kapılan ihtiyar Hıçe.
Sıko o gece yer yatağına girip uzandığında, küçük oğlu Seto’yla sekiz yaşındaki kızı Teko çoktan uyumuşlardı. Sıko anası Hıçe’yle beraber odadaki idare lambasının loş ışığında, duvarda asılı olduğu yerde gülümseyen Meryem’in kızlık resmini seyrediyordu.
Dışarda, Diyarbakır’ın daracık sokaklarında, o kış gecesinde Aziz Sarkis kardan ak sakalını sıvazlayıp gezerken, Meryem kendi sıcak yatağını, kocası Sıko’nun kıllı koynunu arıyordu.
Not: Aras Yayıncılık Sitesinden Alıntıdır.