Connect with us

Tek Öykü İncelemesi

Kerem Bakıcı- Karayazı

Kerem Bakıcı’nın ilk öykü kitabı “Toprakta Büyür mü İnsan?” alıç ağaçlarının gölgesi üzerine düşenlerin, pişmanlığına bir ömür adayanların, inatçı bir doğanın, kışın ve baharın anlattıklarını bir araya getiriyor. Sık sık doğa seslerinin karıştığı öyküler çınlayan, tıkırdayan, hareketli, değişken, hızlı bir soluğu taşıyor.

“Kasaba aşağılarda kaldı. Kerpiç, sıcak ve eski. Kel Tepe’nin başı gökte. Eteklerine dizilmiş üç beş boranhane. Göz göz… Katran, feldir, canlı. Gün ışımadı henüz. Gökyüzünde sarı, kırmızı haleler. Cıbıldak tere batan Haris, adımlarını sıklaştırdı. Alnında geceden kalma bir ağrı, zonk zonk. Yıkık dökük boranhanelerden birine daldı. Kanat çırpışları her yanda. “Güvercinler tek gözleri açık uyur, derlerdi de inanmazdım.1

Kerem Bakıcı, yaşadığı coğrafyayı ve insanı, ekonomik ve toplumsal yapısı içinde ele alarak toplumdaki düzensizlikleri, çatışmaları, kadınların sosyal bağlamdaki yeri ve köy gibi küçük yerleşim yerlerinin sorunlarını güçlü-güçsüz, ağa-köylü- şeyh ekseninden ele almaktadır. Yazın kaynağını hayattan alarak bireysel ve toplumsal İnsanı bulunduğu toplum ve sorunları içerisinde ele alırken gözlemci bir gerçekçilikle tasvir etmektedir.

Bakıcı kaleme aldığı öykülerinde görüldüğü gibi kahramanların hayal gücüne sığınarak köy ve köy insanını ele aldığı hikâyelerde toplumcu gerçekçilikten eleştirel gerçekliğe doğru insanının gerçeğini aramaya ve mutlak hakikate ulaşma isteğinde olduğu görülmektedir. Günümüz klasik romantik hikâye anlayışı tutumundan sıyrılmış ve gerçekçiliğin ağır bastığı olay öykülerinde sosyal gerçekçilikten eleştirel gerçekçiliğe uzanan bir çizgide öykücülüğünü geliştirdiği görülmektedir.

Karayazı, Halk ağzında ‘’Hiç sürülmemiş tarla’’   Sözlük anlamı ise ‘’kötü alınyazısı, kara baht, kötü talih’’ olarak karşımıza çıkmaktadır2.

Katliam, Tek seferde veya kısa bir sürede kendini savunacak durumda olmayan çok sayıda canlının öldürülmesine katliam denir (Dictionary Cambridge, t.y.). Katliam, bir siyasi aktör tarafından etnik temizlik amacı ile yapılırsa bu durum soykırım suçunu oluşturmaktadır. Soykırım (genocide) kelimesi ilk kez Raphael Lemkin’in 1944 yılında yazdığı Axis Rule in Occupied Europe kitabında kullanılmıştır. Kavram, Yunancada ırk anlamına gelen genos sözcüğü ile Latince öldürme anlamına gelen cide ekinden türetilmiştir3

Soykırım, jenosit veya genosit; ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum veya başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, çıkâr amacıyla, bir plan çerçevesinde ve yok edilmeleri niyetiyle girişilen eylem ve sonuçlar bütünü anlamına gelmektedir.4

Elma Kokusu İle Gelen Ölüm: Halepçe

Halepçe Katliamı olarak bilinen olay, Saddam’ın Irak içindeki intikam saldırılarından biri olarak bu dönemde yaşanmıştır. Saddam rejimi, 23 Şubat-16 Eylül 1988 tarihleri arasında Irak’ın kuzeyine, Enfal adını verdiği sekiz aşamalı bir operasyon başlatmıştır. Bu operasyonda özellikle Kürt bölgelerinde çok sayıda insan katledilmiş veya başka ülkelere kaçmak zorunda bırakılmıştır. Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde bulunan Halepçe bölgesi, Sünni-Müslüman Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bir sınır kasabasıdır. Halepçeliler İran-Irak Savaşı boyunca iki tarafa da mesafeli durmak için çaba göstermiş ancak Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı muhalifler, İran ordusuyla iş birliği yaparak Halepçe üzerinden Irak’a girip Saddam güçleriyle savaşmıştır. Bu süreçte Saddam Hüseyin, bölgedeki peşmerge gruplarıyla güç birliği yapan İran ordusunun ilerleyişini durdurmak amacıyla Irak Ordusu Kuzey Cephesi Komutanı Ali Hasan el-Mecit el-Tikriti’ye kimyasal silah kullanması için talimat vermiştir.

Sonradan “Kimyasal Ali” lakabını alacak olan Tikriti, 16 Mart 1988 tarihinde başlayan ve üç gün süren hava saldırılarında Halepçe kasabası ve civarını kimyasal silahlarla bombalamış ve bu saldırılarda yaklaşık 12.000 kişi yaşamını yitirmiştir. Saldırılar tarihe Kanlı Cuma veya Halepçe Katliamı olarak geçmiştir. Kimyasal bombaları taşıyan sekiz adet MİG-23 savaş uçağının Halepçe kasabasına bir gece baskını düzenlemesiyle başlayan saldırılar yaklaşık beş saat sürmüştür. Bombardımandan sonra hayatta kalmayı başaran yedi yaşlarındaki bir çocuğun sokakta yankılanan şu sesi âdeta yaşanan katliamın sembol cümlesi olmuştur: “Dayê bêhna sêva te!” (Anne elma kokusu geliyor!). Çevreye yayılan elma kokusunu hisseden herkesin önce derisinin yanmaya başladığı, daha sonra da solunum sisteminin iflas etmesi sonucu hayatını kaybettiği tespit edilmiştir. Halepçe’de ilk önce çocuklar, sonra yaşlılar, sonra kadınlar, sonra erkekler ve en son da insanlık ölmüştür.

Her ne kadar Halepçe’de hayatını kaybedenlerin sayısı resmî belgelerde 5.000’den fazla olarak kayıtlara geçse de tüm Enfal Operasyonu boyunca hayatını kaybeden sivillerin sayısının 100.000’i aştığı tahmin edilmektedir5.

1988 yılında fotoğraflarıyla katliamı ilk defa dünyaya duyuran Ramazan Öztürk, Halepçe’ye gittiği ilk günü şöyle anlatmaktadır:

“Halepçe çukur bir yerde ve etrafı dağlık olsa da geniş bir alandadır. Biz mezarlığın olduğu tepeye indik. Savaş devam ettiği için şehir içine inemedik. Akşama kadar vaktimiz vardı. İndiğimiz an itibarıyla o korkunç katliamın izlerini görmeye başladık. Hayvanlar etkilenmiş, kimi ölmüş kimi kalkamıyor, bazıları inliyor… İndiğimiz yerden şehrin içine girene kadar boş kapsüllerle karşılaştık. Kapsüllerin düştüğü yerlerde koca koca çukurlar açılmış… Kocaman bir şehirdi ve etrafta canlı olan hiçbir şey yoktu. Korkutucu bir sessizlik vardı. Kuş sesi bile yoktu. Tuhaf bir sessizlikti… Şehrin içine doğru yürümeye başladık. Sokaklara girdiğimizde sağda solda cesetleri görmeye başladık. Cesetler morarmış, kararmış çürümeye başlamıştı ve şehirde yoğun bir koku vardı. Şehri dolaştıkça katliamın boyutlarının büyüklüğünü gördük. Evlerin içlerinde, kapı diplerinde, sokak kenarlarında cesetlerle karşılaşıyorduk. Gördüğümüz bütün cesetler de çocuklara, genç kızlara, kadınlara, yaşlı insanlara aitti. Feci bir şekilde katledilmişlerdi. Boğularak, gözleri ve ciğerleri yanarak, iç organları parçalanarak katledilmişlerdi…”6

KARAYAZI

Edebiyatımızın dev çınarı ve sözün büyücüsü olarak nitelendirilen Yaşar Kemal’in, “Neden hep yoksulluk üzerine yazıyorsun?” sorusuna:

“Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar, yazar değil insan bile olamaz.” Ve ölmeden önce okurlarına son bir vasiyet bırakır: “Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.” Demektedir.

Kerem Bakıcı Toprakta Büyür mü İnsan? İsimli öykü kitabındaki öykülerde ve Karayazı öyküsünü, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi insana ve topluma odaklı toplumcu gerçekçi hikâye anlayışını benimseyen yazarların öykücülüğü tarzında yazdığı görülmektedir.

Karayazı öyküsü kitabın ikinci bölümündeki ikinci öykü. Diğer iki öykü ile bağlantılı.

Gaston BachelardMekanın Poetikası kitabında “ Ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu. Ev insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamda karşılaştığı fırtınalara karşı da ayakta tutar. Ev hem beden hem ruhtur’’ diye evi tanımlamaktadır.

Öyküde olay örgüsünün anlatıldığı yer Diyarbakır olarak geçmekte. Giriş  Anadolu’nun birçok yerinde varlık gösteren, söyleşi yeri aynı zamanda köy ve köylüyü ilgilendiren konularda, idari meselelerde ve köyün yapısı ile önemli konuların görüşüldüğü köy odası olarak da nitelendirilebilecek evde, odada geçiyor.  

Âşık Mahzuni Şerif  “Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var.” Sözü ile başlıyor.

Odun sobası gümbürdüyor. Rüzgâr mı çıktı? Koşuyorum avluya. Barudi sis. Durgun hava. diye devam ediyor.

Köy evi, odun sobasının sıcaklığıyla geçmiş zamanda yaşadığı anılarla yolculuğa çıkarıyor okuyucu.  Köy evindeki yaşam tarzı Toptaş ‘’Gecenin Gecesi’’ öykü kitabındaki ‘’Yatak’’ öyküsünde evin odası gibi masalsı bir anlatımla anlatmaktadır. Gerçi çok eskiden, ta çocukluğumda da bu tür yataklarda yatardım ama o yıllarda odaların tabanına ya uzun uzun biçilmiş tahtalar döşenir ya da sokak aralarındaki satıcılardan alınan sapsarı hasırlar serilirdi. Tahta döşenmişse, hiç istisnasız her yer burcu burcu sakız kokardı tabii ve insan evin içinde geziniyorum diye, sabahtan akşama dek sakız kokusu gibi gözüken derin bir ormanın uğultuları arasında gezinirdi. Yırtılışını bile, sonra… Çakılları, taşları ve ıssızlıklarıyla birlikte derelerin rüzgâra kapılıp tepetaklak savruluşunu bile. Ya da ne bileyim,

Daha sonrasında Yaşar Kemal’in öykülerinde ve romanlarında olduğu gibi insanın çaresizliğini, hayat karşısında yenik düşüşünü anlatılıyor.

Bir haftadan bu yana evimiz sıkış tıkış. İnsanlar evlerini barklarını bırakıp da kaçmış koca şehirden. Adamın biri kimyasal mı ne atacakmış Diyarbakır’a. Elma kokuluymuş. Dedemin bahsettiği zalim o, mazlum da biz miyiz?

Akşam ezanından sonra, konu komşu, akraba: ahbap doluşuyor odaya. Saddam bandı nasıl kullanılır, onu anlatıyor dedem.

Çocuklara uyku öncesi anlatılan masallar gibi devam ediyor anlatı. Bir varmış bir yokmuş. Bir varmış, bir yokmuş. Bir yokmuş, bir yokmuş…

Şavkıdı bir ses, dalga’ dalga. Zangırdadı çatı. Kıyameti bir çığlık. Düşte miyim? Göğsümde uğultu. Sıçrıyorum yataktan. Omzumda bir el. Dedem. Gözleri gözlerimde. Sarılıyor sıkıca. Dışarıda avur zavur gittikçe artıyor. Kollarından sıyrılıp dışarı atıyorum kendimi bir solukta. Ayakkabımın içine doluşan kara aldırmadan Recailere varıyorum. Deli Hamza bahçenin köşesinde büzülüp bükülmüş. Donuk gözler – hep var mıydı bu bakış? Ağzında salya. Kanlı.

Masalsı anlatıma ölüm eşlik ediyor. Masalların sonu hep güzel bitmez miydi.? Yoksa Nazımın dediği gibi miydi ? ‘’Şeker bile yiyemez ki kağıt gibi yanan çocuk.’’ Büyümez miydi ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.(Nazım Hikmet Kız Çocuğu)

Bizim mezarlıkta yatanlar, mahallede yaşayanlardan çoktur. İlçede en büyük mezarlık bizde. Bu da en çok alıcın bize ait, olduğu anlamına gelir.

“Anne” diyorum yorganın ilk soğukluğunu tenimde hissederek, “Şu alıç ağaçları. Neden sadece mezarlıklarda yetişir?” Sokuluyor yanıma. Pencere pervazını boydan boya saran Saddam bandına bakarak, “Anlatayım oğluma” diyor. Gözleri şiş.

Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca.

Ve eksik olmaz mezarlıklarımızda alıç. Günden güne her yer alıç ağaçlarıyla dolar topraklarımız.

Kerem Bakıcı, Toprakta Büyür Mü İnsan? Yapı Kredi Yayınları,80 sayfa-2021

Adnan ALTUNDAĞ

1-Toprakta Büyür mü İnsan? Tanıtım Metni( Arka Kapak )

2- tdk

3- Önen, N. (2023). Soykırım Yapan Devlet Terörizmi: Ruanda Örneği,

4- https://tr.wikipedia.org/wiki/Soykırım

5- Yıldız, Mustafa. “Elma Kokusu ile Gelen Ölüm: Halepçe”. İNSAMER 16.03.2021.

6- Age https://www.basnews.com/tr/babat/265889

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir