Öykü
İbrahim Tekpınar – Hamal
Bağa tespihi şakırdıyor. “Kuyunun dibine düşmüş” demişlerdi de kuyu kuruyunca birileri girmiş olmalı.
Kesin onun işi de kimi salmış kuyuya? Mahide teyzeyi mi? korkar. Kim korkmaz ki? kapkara bir kuyu. Ağlar, biraz sulu gözdür de onu yolağzındaki evimizin balkonunda da ağlarken anımsıyorum. Cezaevi görüşü sonrası bize uğrar da şikayet ede ede annemle ağlarlardı. Annem de ağlardı. Garip! O kendine ağlardı. Sebepsiz. Üniversiteye gidişimin sabahı da ağladı. “Olaylara karışma” dedi. Neye karışacaksam! Ama fakülte kantininde karton bardakta çay içerken, top sakallı irice ve sesi gür biri çıkıp da “seksen darbesinden sonra kurulan YÖK’ü protesto etmeye davet ediyorum” deyince dayımı düşünüp tereddütsüz gittim. Heykelin önünden kapıya doğru yürüyüşe geçen kalabalığın sonuna yetiştim. Kapıdaki polisler ve panzerler etrafımızı çepeçevre sarmıştı. Elinde makineyle katılanları bir bir fişleyen Hamal’dı. Hırpani giyimi, göbeği ve kaba saba haliyle bir devlet memurundan çok hamala benzediği için hamal deniyordu. O, kampüsün kadrolu sivil polisiydi. Hamal birini kıskancına aldımıydı kesinlikle vize akşamı ya da final akşamı evine baskın yapılırdı. Sınav geceleri gözaltına alınırdı ki okulu uzatsın. Kadrajına beni de aldı. Deklanşörün sesi silah sesi gibi içime işledi. Ayaklarım titredi. Yıllardır devlet memuru olan babama nasıl anlatırdım? Bildiriyi eğitim fakültesinin son sınıfından Ferman okudu. Dağıldık. Kantine gittik. Kalbimde gümbürtü. Kasım sonunda sınavlar var. Vizelere kadar dayanırsam artık bir şey olmaz. Tekrardan sınava girmeyi bile düşündüm. Çünkü; Genel Kimya Laboratuvarı dersindeki hocayla da takıştım. Badem bıyıklarına küfredince duydu sanırım. Yanına çağırıp “benim sınavlarıma boşuna girme” dedi. Ondan çok bahsedince üst sınıflardan badem bıyıklının hayat hikâyesini öğrendim. Askerler köylerini basmış, evlerini boşaltıp köyü alev topuna çevirmişler. Batıya göç edip,Stockholm sendromuna yakalanmış. Solcu öğrencileri polislere bildiriyor. Muhbirlik yapıyormuş. Hamal sık sık odasındaymış. Bunları işitince vizelere birkaç gün kala memlekete gitmeye karar verdim. Babamlara “haftaya sınav var, başlamadan sizi göreyim” diyorum. İyi ettin deyip en sevdiğim yemekleri yapıyorlar. İkinci gün kendimi dışarı atıyorum. Bildik sokaklara atmanın güveniyle, adını bile bilmediğim mahallelerden, yemek kokularının saçıldığı kapı eşiklerinden geçiyorum. Unutuyorum her şeyi ta ki tanıdık bir sima görene kadar. Duvar dibindeydi o beni gördü. Ooo yeğenim! diye seslenince el mecbur yanına gittim. Hüsnü “bize iki” dedi. Parmaklarını, provalıymışçasına zafer işareti yapar gibi kaldırdı. Hüsnü kafasını salladı. Hüsnü’yü izledim hiç değişmemiş. Kurumuş bir dere gibi az biraz durulmuş saçlarda hafif beyazlar var. Çayları getirmeden temiz önlüğe ellerini sildi. Çünkü; bardakları birkaç suyla yıkamıştı. Hüsnü titizdir. Çayları sıcak sıcak yudumlarken beni sorguya çektiğinin farkındaydım. Bilincimi ölçüyor. Yani; sen bu iktidar hakkında ne düşünüyorsun? Babamla aynı fikirde miyim diye aslında merak ediyor. Patadanak da sormak istemiyor. Onun istediği dilden kelam edince içi ferahlıyor. Kapıda Reno beliriyor. Ellerinde telsizlerle polisler iniyor. Kapı isyan eder gibi gıcırdıyor. İçeriye tam dört ayak dalıyor. Fazladan dört ayak dalınca herkes ayaklanıyor. Önüme atılıyor. Tam bir süvari.*Ayaklarım bilmediğim bir dansa başlıyorlar. Buldular beni! Sen deyip mahalle fırınındaki Ahmet’i işaret ediyor. Ahmet’i biliyorum partiye takılıyor. Sen diyor Rohat’ı gösterince eminim artık. Fişlemişler bizi. Köşeye gelip bizim telaşımızdan şüpheleniyorlar sanırım. Siz ikiniz! Arabayı gösterdi. Dört kişi sıkışıp bindik. Kahvehanenin tamamı çıkıp bizi izledi. Babama mutlaka anlatırlar. Korkuyor muyum? Babamdan korkmuyorum da annem içindeki denizleri taşırmasın! fakat “ben oraya gidiyorum: boğulmaya.”** Ulu Cami’nin ön kısmında ayakkabı boyayan Bahri amcayı görüyorum. İçimden dua et diyorum. Allah’ın kapısındasın her gün. Bizden de biraz bahset, sitare etsin. Söz duaların tutarsa gelip sana ayakkabıları boyatıp yüklüce para vereceğim adak niyetine. Çarşıdan geçiyoruz. Seyyar satıcıların bağırışlarını aklıma kazıyorum. Purtekaaal, Purtekaaal. Aaaalar biz ilerledikçe azalıyor. Portakallara bakıyorum solmuş ***yine de sularını saça saça yemek istiyorum. Canım niyeyse portakal çekiyor. Aşerir gibi portakal deyip ağlamak istiyorum. Akdeniz dinginliğini anımsattığı için mi? aklımın defterlerinde gizli saklı anlamı mı var? çıkaramıyorum. El freninin gıcırtısıyla ileri doğru sallanıyoruz. İvme tam da bu diyesim var. Karakolun önündeki dağ gibi karanlığı anca seçiyorum. Karanlık gözlerimi alıyor. İnin lan! İniyoruz. Bunları taşıyın bakalım! Bunlar dediklerine bakıyorum. Kayısı ağacından odunlar. Soyunup taşımaya başlıyoruz. Taşırken arada dayımla göz göze geliyoruz. Yorgunluktan terler, istila edilmemiş toprak bırakmayan Moğol ordusu gibi tenimin her yerini kaplıyor. Karanlık basmadan bitti. İşte şimdi işkence başlayacak, sorgu, sual. Bari yemek verseler hepimiz bitap durumdayız. Kapıdaki nöbetçi polis bizi süzüyor. İçeri gidip deri montlu polisi çağırıyor. “çok yoruldunuz suçunuzu affettik” diyor. Bir daha da olur olmaz işlere bulaşmayın deyip gönderiyor. Olur olmaz! Henüz akşam ezanı okunmamış. Topuklarımızdaki ağrılarla sert taşların karnına basıp yürüyorduk. Rohat; “Nazif dayı yane ne oldi? bizi neye çağırdılar? manasında sordu. “Hamal lazımdı para vermeye gönülleri el vermedi. Bizi seçtiler işte neyini anlamadınız lan.” Sinirlendi. Açlıktan şekerimiz düşünce yemeğe eve gidelim dediler. Bu halde dışarda yemek yenmez. Ev dönüşü açık bakkalın birinde tahta kasada kocaman parlayan portakallar gördüm. Dayı dedim ”sabahtan canım portakal çekiyor. Alayım mı? ” Elini salladı, portakal mı o! Baktım avel avel “he” dedim. “kırefuto kırefutt”****
*“benim küçük dayım Nazif yakışıklı, hafif, iyi süvari”
**İsmet Özel Bir Devrimcinin Armonikası
*** ”Kendi toprağından çıkmadan önce portakal yetiştiren bir çiftçi şöyle demişti; sularını yabancı bir el verirse portakallar solar” Gassan Kanafani Hüzünlü Portakallar Ülkesinde
**** Greyfurt
Karıncafil Öykü Dergisi Sayı: 2 Sayfa: 30