Öykü
Gassan Kanafani -Hazin Portakallar Yurdu*
Yafa’dan Akka’ya doğru yola çıktığımızda, herhangi bir dram yoktu. Her yıl bayramlaşmaya başka bir şehirde geçirmek üzere gidenler gibiydik. Akka’da günlerimiz gayet normal geçti. Hatta belki de o zamanlar küçük olduğum için, okula gitmeme engel olan o günlerin tadına vardım.
Her neyse, Akka’ya yapılan o büyük saldırı gecesinde resim netleşmeye başladı. O gece, erkeklerin asık yüzleri ile kadınların duaları arasında sert ve acı içinde geçti. Ben, sen ve bizim nesilden olanlar, hikâyenin baştan sona ne anlama geldiğini anlayabilmek için henüz küçüktük. Ancak o gece başlıklar netleşmeye başladı, sabahleyin ise -Yahudilerin tehditkâr ve sinirli bir şekilde çekildikleri saatte- büyük bir kamyon kapımızda duruyordu. Oradan buradan alınan yatak-yorgandan oluşan basit birtakım eşyalar kamyonun üstüne çılgın gibi hızlı hareketlerle atılıyordu. Anneni, teyzeni ardından da küçükleri arabaya çıkarken gördüğümde sırtımı eski evin duvarına yaslamıştım. Baban, seni ve kardeşlerini arabaya, dahası eşyaların üzerine savurmaya başladı. Ardından, olduğum yerden beni çekip aldı. Başının üzerinden şoför mahallinin üstündeki demir kafese doğru kaldırdığında kardeşim Riyad’ı sakin bir şekilde otururken buldum. Doğru dürüst yerleşemeden önce araba hareket etti. Böylece sevgili Akka, Ras en-Nakura’ya doğru çıkan virajlar arasında yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Gökyüzü yer yer bulutluydu, soğuğu hissediyordum. Riyad, son derece sakin bir şekilde oturuyor, ayaklarını kaldırıp kafesin ucuna koymuş, eşyalara yaslanarak gökyüzüne bakıyordu. Bense kollarımı dizlerime sarmış çenemi de üzerlerine dayamış sessizce oturuyordum. Portakal bahçeleri art arda yola sıralanmıştı. Korku hepimizin içini kemiriyordu. Araba ıslak toprağa doğru zar zor çıkıyordu. Uzaktaki silah sesleri ise veda eder gibiydi… Ras en-Nakura, mavi ufukta puslu haliyle göründüğünde araba durdu. Kadınlar eşyaların arasından indiler. Yerde dizlerine sarılarak oturan ve önünde portakal sepeti duran çiftçiye doğru yöneldiler. Portakalı aldılar. Ağlamalarını duyduk. O an portakalın sevilen bir şey olduğunu ve bu iri, temiz tanelerin bizim için değerli olduğunu anladım. Kadınlar, satın aldıkları portakalları arabaya taşıdılar, baban şoförün yanından indi, elini uzatıp bir portakal aldı. Sessizce ona baktı. Sonra aniden umutsuz bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Ras en-Nakura’da yığınla arabanın yanında durduk. Erkekler, silahlarını onları almak için orada bulunan polislere teslim etmeye başladılar. Sıra bize gelip masanın üzerine bırakılmış tüfek ve mermiler ile Lübnan’a giren ve Portakal bölgesinden alabildiğince uzaklaşan virajları kat eden uzun araba kuyruklarını gördüğümde ben de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, annen hala sessizce portakala bakıyor, babanın gözlerinde de Yahudilere bıraktığı bütün portakal ağaçları parlıyordu… tek tek, fidan fidan satın aldığı tertemiz tüm portakal ağaçları, hepsi yüzünde iz bırakmıştı, karakol amirinin önünde tutamadığı gözyaşlarında da parıltısını…İkindide Sayda’ya vardığımızda ise artık mülteciydik. Biz de herkes gibi yoldaydık, baban birden yaşlanmıştı, sanki uzun zamandır uyumamış gibiydi. Yola bırakılmış eşyaların önünde duruyordu, yanına bir şey söylemek için gittiğimi ve onun da bana patlayarak: “Allah babanın belasını versin, lanet olsun” dediğini hayal ettim. Bu küfürler açıkça yüzüne yansımıştı. Ayrıca ben bile, tutucu, dini bir okulda büyüyen bir çocuk olarak o sıra Allah’ın insanları gerçekten mutlu etme isteğinden şüphe ediyordum, bu “Allah”ın her şeyi duyduğundan ve her şeyi gördüğünden de kuşkulanıyordum, hatta okulun kilisesinde bize dağıtılan, Tanrının çocuklara şefkat gösterip onlara gülümseyen renkli resimleri de bana daha çok taksit almak için tutucu okullar açan yalancıların yalanlarından biri gibi gelmeye başlamıştı.Filistin’de bildiğimiz Allah’ın başka bir yere gitmek için oradan çıktığından, onun da bilmediğim bir yerde mülteci olduğundan ve kendi sorunlarını dahi çözmeye gücünün yetmediğinden emindim. Biz, kaldırımda oturan ve geceyi geçirmek için başımızı sokacak bir yer bulmaktan sorumlu olan insan mülteciler ise çözüm bulacak yeni bir kader bekliyorduk: Üzüntü küçük çocuğun masum aklını yiyip bitirmeye başlamıştı. Gece ürkütücüdür, üzerimize yavaş yavaş çöken karanlık kalbime korku salıyordu. Geceyi sokakta geçireceğimi düşünmek bende türlü türlü endişeler uyandırıyordu, zalim merhametsiz bir korku. Kimse bana şefkat göstermeye hazır değildi. Sığınacağım tek bir insan bulamıyordum. Babanın sessiz bakışı kalbime yeni bir korku salıyordu. Annenin elinde duran portakal da kanımın beynime sıçramasına neden oluyordu. Herkes sessizdi, karanlık yola gözlerini dikmiş, sorunlarımıza çözüm getirecek kaderin köşeden belirmesini ve bizi herhangi bir çatıya götürmesini arzuluyordu. Ve aniden kader çıka geldi. Amcan bizden önce şehre gelmişti ve işte o, kaderimizdi.Amcan ahlaka pek de inanmazdı, ancak ne zaman ki kendini bizim gibi sokakta buldu, tamamen inancını yitirdi ve Yahudi bir ailenin yaşadığı eve yöneldi. Kapısını açtı, eşyalarını oraya attı ve yuvarlak yüzüyle göstererek açık bir dille şöyle dedi: “Filistin’e gidin.” Filistin’e gitmedikleri kesin, ancak umutsuzluğundan korktukları için yan odaya geçip onu çatı ve zeminle mutlu olmak üzere bıraktılar. Amcan bizi işte o odaya götürdü. Orada ailesi ve eşyalarıyla sıkış tıkış olduk, geceleyin yerde yattık, böylece yer küçük bedenlerimizle doldu, erkeklerin paltolarını örtündük. Sabah uyandığımızda ise erkekler geceyi sandalyelerde oturarak geçirmişlerdi. Trajedi, hücrelerimize doğru giden düz bir yol bulmaya başlamıştı. Sayda’da uzun bir süre kalmadık, çünkü amcanın o odası yarımıza dahi yetmemişti. Buna rağmen üç gece kalmıştık. Sonra annen, babandan bir iş bulmasını ya da portakala geri dönmemizi istedi. Ancak baban yüzüne doğru kinle titreyen bir sesle bağırdı, annen de sustu Ailevi sorunlarımız böylece başlamış oldu. Birbirine düşkün, mutlu aileyi toprak, huzur ve şehitlerle birlikte geride bırakmıştıkBabanın nereden para bulduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim, babanın annene satın aldığı altınları sattığıdır; anneni mutlu etmek ve kocası olmasıyla övünmesini istediği bir gün satın almış olduğu altınları.Ancak o altınlar sorunlarımızı çözecek kadar bir şey getirmemişti, dolayısıyla para başka bir yerden gelmiş olmalıydı: Bir şey mi borç aldı? Biz görmeden yanında getirdiği başka bir şeyi mi sattı? Bilmiyorum, ancak Sayda’nın civarında bir köye taşındığımızı hatırlıyorum. Ve orada, baban yüksek taştan bir balkonda ilk kez gülümseyerek oturdu, zafer kazanan ordunun arkasından gerisin geri dönmek için mayısın on beşinci gününü beklemeye başladı. Acı bir bekleyişten sonra on beş mayıs geldi. Tam saat on ikide ayağıyla tekmeleyerek beni derin uykumdan cesur bir ümitle gürleyen sesiyle uyandırarak “kalk, Arap ordularının Filistin’e girişine tanık ol” dedi. Çılgınlar gibi kalktım. Gecenin yarısında tepelerden aşağı yalın ayak köyden tam bir kilometre uzaklıktaki caddeye indik. Büyük küçük hepimiz deliler gibi koşarken nefes nefese kalmıştık. Arabaların farları uzaktan Ras en-Nakura’ya tırmanırken görünüyordu. Caddeye ulaştığımızda soğuğu hissettik ancak babanın çığlıkları bedenlerimizi kontrolü altına almıştı. Arabaların arkasından küçük bir çocuk gibi dörtnala koşmaya başladı. Anlaşılmayan bir şeyler söyleyerek tezahürat yapıyor, kısılmış bir sesle bağırıyor, nefes nefese kalıyor, ancak hala düzen içindeki araçların arkasından küçük bir çocuk gibi dörtnala koşuyordu. Biz de onunla birlikte bağırıp yanında koşuyorduk. İyi askerler miğferlerinin altından sessiz ve hareketsiz.bize bakıyorlardı. Nefes nefese kaldığımız sırada baban elli yılıyla birlikte dörtnala koşarken cebinden sarılmış tütünleri çıkarıp askerlere atıyordu. Hala anlaşılmaz tezahüratlarda bulunuyordu. Biz de küçük bir keçi sürüsü gibi yanında dörtnala koşmaya devam ediyorduk. Birden bire arabalar bitti. Eve bitkin ve sesi gittikçe azalan bir ıslıkla nefes nefese döndük. Baban sessizdi, bizim de konuşmaya halimiz yoktu. Yoldan geçen bir araba babanın yüzünü aydınlattığında gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Sonra işler son derece yavaş devam etti. Önce beyanatlar bizi oyuna getirdi ardından da gerçek bütün acısıyla bizi kandırdı. Keder yeniden yüzlere yerleşmeye başladı. Baban Filistin’den bahsederken, evinde ve fidanlığında kalan mutlu geçmişten konuşurken garip bir zorluk çekmeye başladı. Biz, yeni hayatını ele geçiren büyük trajedinin duvarlarını oluşturuyorduk ve yine biz, o melunlar, babanın emrine binaen sabah dağa çıkmanın kahvaltı istemememiz anlamına geldiğini büyük bir kolaylıkla keşfetmiştik. İşler karmaşık hale gelmeye başladı. En basit şey garip bir şekilde babanın kızmasına neden oluyordu. Birisinin bilmediğim ve anımsamadığım bir şeyi istediği günü iyi hatırlıyorum, önce gerildi, ardından yıldırım akımına kapılan biri gibi titremeye başladı, çakmak çakmak gözleriyle yüzlerimize baktı, aklına lanetli bir fikir geldi, ardından memnuniyet verici bir çıkış yolu bulan biri gibi ayakta gerildi. Sorunlarını bitirebilecek gücünün olduğunu düşünen ve tehlikeli bir durumun gelişini sezen bir insanın korkusuyla sayıklamaya başlayıp, etrafında bizim görmediğimiz bir şey aramaya başladı. Sonra aniden bizimle birlikte Akka’dan gelen sandığın üzerine çullandı ve içinde ne varsa korkutucu sinirli hareketlerle dağıtmaya başladı. Annen bir anda her şeyi anlamıştı. Çocukları tehlikeyle karşı karşıya kaldığında bir annenin içine düştüğü huzursuzluk nedeniyle bizi itekleyerek odanın dışına atıp dağa doğru kaçmamızı istedi. Ancak pencereden ayrılmadık. Küçük kulaklarımızı pencerenin çerçevesine yapıştırarak şiddetli bir korkuyla babanın şöyle diyen sesini dinledik : “onları da kendimi de öldürmek istiyorum, bitirmek istiyorum, istiyorum ki…” ve baban sustu. Kapı aralığından tekrar odaya baktığımızda duyulur bir şekilde zorla nefes aldığını ve dudaklarını kemirerek ağladığını, anneninse bir köşede ona acıyarak baktığını gördük. Pek bir şey anlamadık. Ancak yanında yerde atılı duran siyah tabancayı gördüğümde her şeyi anladığımı hatırlıyorum. Hiç ummadığı anda felakete şahit olan bir çocuğu yaralayan öldürücü bir korkuyla dağda koşmaya başladım; evden kaçıyordum. Evden uzaklaştıkça aynı anda çocukluğumdan da uzaklaşıyordum.
Huzurlu yaşayacağımız kolay, tatlı bir hayatımızın kalmadığını hissediyordum. Durum öyle bir noktaya geldi ki hepimizin başına bir kurşun sıkmaktan başka bir çözüm faydasızdı. O halde duruma yaraşır bir şekilde görünmek için davranışlarımızla çabalamamız gerekiyor. Acıksak da yemek istememeliyiz, baba sorunları hakkında konuştuğunda susmamız ve bize “dağa çıkın öğleye kadar da dönmeyin” dediğinde başımızı gülümseyerek sallamamız gerekiyor. Akşamleyin karanlık çöktüğünde eve döndüm. Baban hala hastaydı, annen de yanından oturuyordu. Hepinizin gözleri kedi gözleri gibi parlıyordu, dudaklarınız öyle bir yapışmıştı ki birbirine daha önce hiç açılmamış gibiydiler; gerektiği gibi kaynamayan bir yaranın iziydi sanki. Orada yığılmıştınız, çocukluğunuzdan uzaktınız portakal diyarından uzak olduğunuz gibi; bir çiftçinin ektiği ve yeşeren portakal için “eğer onu sulayan el değişirse solar” dediği o portakal. Baban hala yatağında hasta yatıyordu, annen ise bugün bile gözlerinden kaybolmayan trajedinin gözyaşlarını akıtmıyordu. Sanki terk edilen benmişim gibi odaya yavaşça girdim. Kesici bir kızgınlıkla titreyen babanın yüzüne bakışlarım değdiği anda alçak masanın üzerindeki siyah tabancayı ve yanındaki portakalı gördüm.
*Gassân Kenefânî, Ardu’l-Burtukâli’l-Hazîn, Muessesetu’l-Ebhâsi’l-‘Arabiyye, Beyrut, 1987, s. 80
Karıncafil Öykü Dergisi Sayı: 2 Sayfa : 6