Öykü
Erdi Ülküseven- Katil Hakem
“Ya bir anda gitti gencecik adam gördün mü? Yazık, çok gençti yaşı da.”
“Evet abla, 42’ymiş daha”
“Kalp krizi miymiş Fatma?”
“Ben mide kanaması diye duydum.”
“Doktor ciğerleri de bitmiş demiş Nurten’e.”
“Herkes bir şey diyor.”
“E Erol ne yapacak şimdi bir başına, karısı da bırakıp gitmişti.”
“Belki Nurten alır yanına.”
“Kız Fatma hatırlasana, annesinincenazesinde tek damla gözyaşı dökmemişti, Ümit’in ardından nasıl helak oldu adam.”
“Yazık vallaha. E yoldaş oluyorlardı birbirlerine. “Baksana abla, rahmetli kıraathaneden çıkmıyormuş diyorlar?”
“Ya sorma Fatma sorma, bahis de oynuyormuş.”
“Ne diyeyim, Allah affetsin.”
“Amin abla, amin.”
***
Kalın perdenin çekili olduğu odada günün aydığını anlamak güçtü. Oysa mesaiye erkenden başlayanlar, çoktan vermişti öğle molalarını. Sokaktan geçen seyyar satıcının sesi duyuldu önce. Bütün bir geceyi uykusuz geçiren Ümit,aniden bir yanardağdan püsküren lav misali, midesinden yukarı taşan kusma hissiyle açtıgözlerini. Yorganını savurarak hemen tuvalete koştu. Gürültüye uyanan Erol homurdanarak seslendi içerden;
“Biraz yavaş olsana lan! Uyuyoruz şurada.”
Etrafı batırmadan yetiştim neyse ki.
Klozetten destek alarak güçlükle doğruldu ve ayağa kalktı Ümit. Çirkin bir filtreyi andıran lavabodaki lekeli aynadan yansıyan yüzüne baktı bir süre. Hastalığını öğrendiği o günden beri kesmediği gür siyah sakallarının arasında gezdirdi ellerini. Saçlarına baktı uzun uzun. Musluğu açarak avuçlarındaki serin suyu yüzüne çarptı, ıslak ellerini ensesinde gezdirince de rahatladı biraz. Dokusu sert havluyla ellerini kurulayıp çıktı banyodan.
Guruldayan midesine kulak verdi, gece boyu yediği ne varsa çıkarmıştı hepsini. Parmak uçlarında mutfağa doğru yürüdü. Buzdolabının boş raflarındaki kasede birkaç zeytin, bir dilim peynir vardı. Dünden kalan kurumuş ekmek tezgahın üzerinde öylece duruyordu. Saçları aklaşmış doktorun yüzü geldi aklına. Ümit gergin otururken, karşısında patoloji sonuçlarını yorumluyordu doktor. Sonra kafasını reçeteden kaldırmadan bir şeyler yazmış, sesi biraz mahcup ilacın yurtdışından getirilmesi gerektiğini söylemişti. Nasihatler vermişti bir de.
Kolaysa sen dikkat et beslenmene!
Üzerine havı dökülmüş kabanını giyerek, ortalıkta para arandı. Sonra kapıyı özenle kapatıp, çıktı evden. Apartmanın merdivenlerinde duraksayarak bir şeyi hatırlar gibi cebindeki tütünü çıkarıp sardı. Rüzgar serin esince, paltosunun düğmelerini ilikleyip yakasını dikleştirdi ve yürümeye koyuldu. Evlerinin az ötesindeki marketin önünde, Ercan bir elinde çay bardağı diğerinde sigarayla seslendi Ümit’e:
“Ümit, bugün maç ne olur aslanım?”
“Ağabey alacağız inşallah” dedi Ümit.
“Valla öyle, ya alacağız ya alacağız başka çare yok.”
Ümit tekrar etti; “başka çare yok!”
“4,50 vermişler Fener’e” dedi Ercan.
“İyi, iyi. Uzatsana oradan bir bülten. Yanına bir iki maç daha ekleyelim.”
Marketten gazetesini alan Ümit, fırına doğru yürümeye devam etti. Yolun ortasından yürüdüğünü, arkasından çalan kornayla fark ederek irkildi birden. İçten içe Erol’a kızgındı; sürekli ondan geç kalkıyor, kahvaltıda ne yiyeceklerini Ümit düşünmek zorunda kalıyordu. Üstelik pek az paraları kalmıştı.
Neyse bugün ayın biri, Nurten gönderir bir şeyler.
Daha fazla yürüyecek gücü bulamadı kendisinde halsiz düştü. Gece boyu yakasını bırakmayan sancıyı, midesinde duydu yine. Köşe başında duraksayıp elini karnına bastırdı. Derin derin soludu, ardından ağır hareket ederek kaldırıma oturdu.Dar sokakta top oynayan çocuklara seslenince, şakaklarından ter damlayan iki toraman koşarak geldiler yanına. Elindeki parayı uzatarak:
“Üç peynirli poğaça, bir de simit kapıp gelin aslanlarım” dedi Ümit. Çocuklar tam koşmaya hazırlanıyorlardı ki seslendi arkalarından,
“İki sade olsun, boş verin simidi de.”
Çocuklar döndüğünde kendisini biraz daha iyi hissediyordu Ümit. Paranın üstünü cebine koyarak, mahcup bir sesle teşekkür etti çocuklara. Kaldırımın ortasındaki cılız ağaca tutunarak doğrulunca ağaç büküldü, düşecek gibi oldu. Sonra telaşsız adımlarla yürümeye başladı. Eve girmeden Ercan’a uğradı tekrar, bir paket sigara aldı.
Kapıyı araladığında, banyonun yanan ışığını gördü, Erol uyanmış. Elindekileri tezgaha bırakıp, çayı demledi ve odasına yöneldi. Ağır bir koku vardı içeride. Uyumadan önce son bir sigara içip odayı havalandırmamıştı. Yerdeki küllüğün üzerinde duran izmaritler ile nefes kokusu birbirine karışmıştı. Hemen perdeyi çekip camı araladı. Pencereye tünemiş kumrular korkuyla kanatlarını çırpıp uçuştular. Bir anda bütün odayı ışıtan kış güneşi, boyası çatlamış duvarın su yeşili rengini açığa çıkardı. Ardından komodinin üzerinde titreyen telefonu duydu, cılız ışığı yanıp sönüyordu. Arayan Nurten’di.
“Günaydın Abla.”
“ …”
“Evet valla bize yeni gün aydı. İyiyim sen nasılsın?”
“…”
“ O da iyi. Uyandı, şimdi lavaboda.”
“…”
“Yok yok her şey yolunda, iyiyiz. Bir şeye ihtiyacımız yok.”
“…
“ Ne gerek vardı abla ya, sana da mahcup oluyoruz her ay.”
“…”
“Ama biraz fazla değil mi?”
“…”
“Evet abla ben de olsam… Eksik olma.”
“…”
“ Teşekkür ederim, enişteme selam söyle.
“…”
Terlemiş kese kağıdından çıkardığı poğaçasını yerken içinde utanma duygusuyla karışık bir sevinç vardı. Bir demli çay daha doldurdu. Tütünü kenara bırakıp, aldığı paketten bir sigara yaktı keyifle. Bahis bülteninde akşam oynanacak maçlara baktı. Sınava hazırlanan bir öğrenci gibi analizleri okudu dikkatle, sonra tek tek maçlar üzerinde gezdirdi gözlerini. Bu artık ölüm kalım maçıydı, yoksa Avrupa’ya veda edeceklerdi. Risk almayarak, düşük oranlı birkaç maç daha buldu. O esnada Erol, üzerine kısa gelen pijamasıyla mutfağa girdi.
“Uyandın mı Paşam?” dedi Ümit.
“Neydi o koşuşturman sabah sabah. Uyuyamadım ondan sonra”
“Altıma yapacaktım ne yapayım, zor yetiştim.”
“Çocuk gibisin he.”
Ümit kese kağıdını işaret ederek,
“Poğaça aldım sıcak hala. Dolapta bir dilim peynir, birkaç zeytinvar.” dedi.
“Tamam, tamam yerim birazdan. Arayan kimdi?” diye sordu Erol.
“Telefonun tarifesi bitiyormuş da…”
“Anladım, akşam maçı nerde izleriz?”
“İsmet ağabeyin kıraathaneye gelirsin, ben çıkacağım birazdan işlerim var.”
“Tamam, bir şeyler yiyip geçerim ben de.”
Erol, kıraathaneye girdiğinde içeride dumandan göz gözü görmüyordu. Az önce üzerinde iskambil kağıtlarının kaydığı yeşil kadife örtülü masalarda, boş çay bardakları kimsesiz duruyor; bütün iskemleler televizyonun karşısına taşınmış, herkes heyecanla maçın başlayacağı saati bekliyordu. Yalnızca kararsız birkaç adam, ellerinde kalemleri düşünceli halde duvarda asılı bültenlere bakıyorlardı son kez.
Ümit bir köşede kendinden emin, içini özenle karalayarak doldurdu kuponu. Cebindeki paraları çıkarırken, buruşmuş reçete yere düştü. Eğilerek aldığında midesindeki sancıyı duydu yine. Kağıda bakarak okumayı yeni sökmüş bir çocuk gibi hecelemeye çalıştı. Ardından bankadan çektiği paraları saydı tek tek. Parmaklarının yardımıyla birkaç hesap yaptı. Önündeki genç adam ödemeyi yaparken, Ümit heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gözü duvardaki saatteydi sürekli. Bu sefer olacaktı.
“Ümit ne haber?” dedi İsmet.
“İyiyim ağabey, şunu yatırsana.”
“Çok değil mi oğlum? Madem o kadar paran var kuponları bölseydin ya.”
“Yok abi Fener aldı mı gerisi gelir zaten.” dedi Ümit, kendinden emin.
“İyi bakalım.”
“Kolay gelsin.”
Son ses açılmış televizyonda, muhabirler eski futbolcularla röportajlar yapıyordu. Ümit, kalabalık içerisinden ön sıralara oturmuş, ekrandan gözlerini ayırmayan Erol’u gördü. Müsaade isteyerek ön tarafa ilerlerken kıraathanedeki taraftarlar tezahürata başlamış, hep bir ağızdan ezbere bildikleri marşları okuyorlardı. Ümit, Erol’un omzuna dokunarak yanındaki boş iskemleye geçti. Maç başlamak üzereydi.
Ümit iki eli de paltosunun cebinde oturuyor, tekiyle kuponu diğeriyle reçeteyi tutuyordu. Sonra koluyla alnındaki teri sildi, ardından kucağına aldı paltosunu. Bacakları oturduğu yerde durmadan kımıldıyor, sessizce temenniler, dualar mırıldanıyordu.
“Oğlum abartmasana! Kaybetsek ne olacak her şeyin sonu sanki” dedi Erol.
Ümit, ceplerindeki kağıtları terlemiş avucunda buruşturdu istemsizce.
“Sus Ağabey aman, kayıp mayıp sırası değil şimdi. Alacağız maçı” dedi ve ekledi “Bu sene kupa bizim.”
Ardından hakemin düdüğü duyuldu, doksan dakika başladı.
***
Sabahın ilk sularıydı, sokaktaki çöp konteynırını karıştıran kedilerden başka kimseler yoktu ortalıkta. Ercan uykulu gözlerle dükkana geldi, asma kilidi açıp demir kepenkleri kaldırdı. Gözü yerde naylon iple bağlı duran gazetelere takıldı. En üstte yer alan gazetenin, büyük puntolarla yazılı manşetini okudu: “Katil hakem!”. Bir tekme savurmak geçti içinden. Hakemin haksız yere verdiği penaltının ardından, geçirdiği sinir krizini anımsadı ve öfkesi kabardı yeniden, içinden tekrar etti:
“Katil hakem!”
Karıncafil Öykü Dergisi Sayı: 2 Sayfa: 25