Connect with us

Öykü

Ongun Can Kırova – Görev


Sanayi sitesinin dışındaki büyük hangara gece yarısına doğru vardılar. Hava yağmurlu ve soğuktu. Issızlığın ortasında sac levhaların üzerine düşen yağmurun tıkırtı sesleri ve sivil polis aracından gelen boğuk telsiz sesleri tedirginlikle yankılanıyordu. Birkaç saat öncesine kadar durağan bir şekilde nöbet görevini tamamlama arzusu yerini gergin bir telaşa bırakmıştı.


Saatler öncesinde Ertunç rutin bir görev umuduyla gitmişti işe. Kendisine bir bardak çay almış masasında telsiz dinliyor bir yandan da telefonuyla ilgileniyordu. Hakemlerin maç sonrasında fütursuzca eleştirildiği bir spor programını, kendi tuttuğu takımın maçı olmadığı için pekte umursamadan izliyordu. “Keşke daha çok teknik takti şeyler konuşulsa bu programlarda.” diye geçirirdi içinden kimi zaman. Ancak birbiriyle bağıra bağıra konuşup hakeme yüklenen adamları da dinlemeye başladığı zaman kendisini bir türlü koparamıyordu bu etkinlikten. Onları bir girdaba kapılmışçasına dinliyordu. Gizli bir ayinde ritüellerin doruk noktasında ellerini iki yana açıp göklere haykırırken kendinden geçmişçesine soluk soluğa kalan tartışmacıların ulaştığı adrenaline şahit olduğunda önüne geçilemez bir tutkuya bağlanıyordu bu spor programlarına. Tartışmacılar konuyla alakasız çok ani çıkışlar yapabiliyordu bu programlarda. “Sen hiç Adana’ya gittin mi, Tales kim biliyor musun, demagoji mi yapıyorsun, rant kavgasına sende mi dahilsin, metastaz olmuş hastanın kurtulma oranı kaç hocam biliyor musun? Algı yapman doğru mu?, Arabanın aküsündeki kutup başlarını en son ne zaman sıfırladın?” gibi birbirinden alakasız sorular aynı programda, stüdyoyu inlete inlete farklı kişilerce 5 dakika gibi kısa bir zaman içerisinde konuya yedirilip herhangi birisine soru olarak yöneltilebiliyordu. Kullanılan terimlerin bir metafor mu yoksa serbest çağrışım sonucu heyecanla masaya böğürülen sorular mı olduğu dilemması çoğu zaman cevaba muhtaç soru işaretleri olarak kalıyordu. Genellikle sesler birbirine karşıyor ve gürültü şelalesi olarak ekranların kenarından akarak izleyicilere ulaşıyordu. En başta yine ne saçmalıyorlar diye izlemeye başladığı bu spor programlarına bir süre sonra kendisini kaptırıyor ve içten içe daha fazla antipati duyduğu adama, az antipati duyduğu adam bağırdıkça az antipati duyduğu adama sempati duymaya başlıyordu.
İşte nöbetini böyle saçma bir kaosun içinde sakince tamamlamak isterken gelmişti o can sıkıcı telsiz anonsu. Yanındaki iki polisle sanayi sitesinin yakınlarındaki hangara gitmek için böylelikle yolaçıkmıştı. Normalde devriye ekipleri bakardı bu ihbarlara ama bu sefer iş biraz ciddi durduğu için başlarında yardımcı bir komiser göndermeye karar vermişlerdi. Piyango da o an nöbette bulunduğu için ona vurmuştu.
Olayın abartıldığını düşünüp yanındaki memurlarla söylene söylene olay yerine doğru yola çıkmıştı. Bu yol böyle geçmez diye düşünüp bir süre sonra sinirli halini alaycı bir tutumla değiştirmişti. “Ben göreve başlamadan önce ne yapıyordu acaba bunlar?” diye laf attı yanlarındaki memurlara. Memurlardan direksiyonda olan “Amirim?” diye karşılık vermişti. “Amirim” kelimesinin bir onay mı yoksa soru anlamımı taşıdığı biraz muallakta kalmıştı. Aslında bunu biraz da bilerek yapmıştı. Konuşmayı iletişimsizliğe taşıyarak ne cevap vereceğini tam kestiremediği bu karanlık sulardan bu şekilde sıyrılmaya gayret göstermişti direksiyondaki. Ertunç üst olmanın verdiği rahatlıkla devam etti alaycılığına. “Akşam işte yine beni aradı. Böyle böyle bir iş var ne yapalım dedi komiser. Bende durur muyum yapıştırdım cevabı. Ya ben buraya atanmadan nasıl yapıyordunuz komiserciğim, yine öyle yapın. Her şeyi de bana sormayın dedim. Sonra da tamam neyse ben giderim artık dedim.” dedi. Polis memurları, yarı tıslar bir şekilde gülümsemeyle geçiştirmişti tekrar amirlerinin bu git gelli mizah anlayışını.
Büroya yeni gelmişti amirleri. Yer değiştirme ile mi görevlendirilmiş. Görevlendirildiği için mi yer değiştirilmiş… bir şeyler konuşulmuştu bir hafta öncesinde. İki gün sonrasında da başlamıştı burada görevde. Nasıl bir adam olduğunu daha kestirememişlerdi O yüzden temkinli olmayı seçiyorlardı. “Bulunduğu yerden buraya gönderildiğine göre altından ne çıkacağı belli olmayabilir.” diye düşünüyorlardı. Makul, önceden tanıdıkları, yumuşak yüzlü bir üstleri olsa onlar da affetmezdi yolculuk boyunca goygoy yapmayı. Hatta abartarak yerine göre hoyratlaşabilirlerdi de. Bazı insanlar arasında kaba ve umursamaz görünmek kronik bir savunma mekanizmasına dönüşüyordu kimi zaman. “Bana bulaşmasın, benden bir şey istemesin, bana emir vermeye çekinsin.” düşünceleriyle herhangi bir nedenden dolayı üstleri olan güleç yüzlü insanlara karşı böyle davrandıkları olmuştu kimi zaman. Ancak bu sefer sahip olduğu imajın farkında olan amirleri bu durumu onlar lehine kullanıyordu. Belli ki gevşek gülümsemelerle mizahına katkı sağlayacak astına haddini bildirerek en baştan herkese yerini bildirerek sınırlarını çizecekti. O yüzden memurlar efendi adam rolünü daha güvenli bulmuşlardı. Eğer amirleri ileri gidecek olursa ona 657 ve insan onurunu hatırlatarak onlar amirlerinr kendi imkanlarınca haddini bildirecekti. Bu gizli anlaşma yaklaşık yarım saat süren bu yolcukta aralarında imzalanmıştı bile. Bu anlaşma şartlar dâhilinde işlerin kolay yürümesi açısından doğruya en yakın anlaşma olarak görülüyordu.
Sonunda olay yerine vardılar. Kıpraşarak yanan sokak lambasının ışığından hangarın kapısına doğru ilerlediler. Ertunç geride kalarak hangarın kapısının açılması talimatını verdi. Bu sırada telsiz ile olay yerine intikal ettiklerinin bilgisini merkeze ulaştırdı. İki polis memuru iki kanatlı raylı koca kapının iki kulpundan tutarak zıt yönlere doğru var güçleriyle çekerek kapıyı araladılar. Kapının aralanmasıyla dışarıya ekşi bir kimyasalın kokusu yayılıverdi. Ertunç solumayın emrini vererek cebindeki mendil ile ağzını ve burnunu kapatmaya çalıştı. Normal şartlar da diğer ikisi de bilmedikleri bir gazı solumama kararını çok rahat alabilirlerdi gayet. Ama ast üst ilişkilerinin kendini gösterdiği ortamlarda insiyatif bir kuş oluyor uçuyor bazı temel yaşam becerilerinin dahi ifade edilmesi gerekebiliyordu. Bu durumun yine de birçok işlevsel yönünün olduğu yadsınamazdı.
Karanlık hangarın önündeki üç adam ağız ve burunlarını sıkı sıkıya kapatmış gergin bir şekilde ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Kokunun azaldığını hissettiklerinde içeriye yavaş yavaş süzülmeye başladılar. Ellerini kolları kırmadan vücutlarının önünde birleştirmişlerdi. Üçünün de bir elinde fener bir elinde silah vardı. Bunca yıllık meslek hayatlarında bu hareketi tatbikat dışında ilk kez yapıyorlardı. Tüyleri diken diken eden karanlığın içerisini var güçleriyle aydınlatmaya çalışarak yavaş yavaş hangarın derinliklerine doğru süzülmeye başladılar. Aralarındaki koordinasyonu çabuk sağlayarak etrafı fenerleriyle taramaya başladılar. Yavaş yavaş hangarın orta yerine doğru yaklaşıyorlardı. Yaklaştıkça bir şeyler görme ihtimallerini gitgide arttırıyorlardı. Ertunç’un içindeki kötü his gitgide büyüyerek tüm vücudunu sarmıştı. “İnsan şurda şu durumda yalnız olsa kafayı yer.” diye düşünmekten kendisini alamıyordu. Yağmur tıkırtıları, karanlık, kaynağını kestiremedikleri çıtırlar üçünün de yay gibi gerilmesine yol açmıştı. Ertunç fenerini hangarın sonuna doğru tuttuğunda dehşet içerisinde kaldı. Atmosfere bir küfür savurarak yanındakilere aradıkları şeyi kesin bir şekilde bulduğunu anlattı. Küfürü duyan iki memur senkronize bir şekilde fenerlerini ve silahlarını aynı yöne doğru çevirdiklerinde onlar da istemsizce yaratıcı küfürlerle amirlerine hak verdiler.
İlk önce bedeni olmayan çürümeye yüz tutmuş bir kol görmüştü Ertunç. Fenerini biraz daha öteye tuttuğunda kanlar içerisinde, morarmış ceset parçalarından oluşan küçük bir öbeği fark etmişti. Diğer iki fener ışığının desteğiyle manzaranın boyutu tam anlamıyla gözler önüne serilmişti. Gerçekten dehşet verici biçimde vahşi bir sahne vardı önlerinde. İlk birkaç saniye şok içerisinde hareketsiz kaldılar. Şoför olmayan memurun öğürtüsüyle kendilerine geldiler. Bu küçük grupta birisinin daha çok etkilenmiş olması diğer ikisine iyi gelmişti. Öğüren memura da bu tiksintiyi öğürerek ifade etmek iyi gelmişti. Ertunç en zayıf olmadığının öz güveniyle hemen telsizine sarılarak durum bilgisini merkeze iletti. Daha sonra kendilerini toparlayarak ne yapmaları gerektiğini düşünmeye koyuldular. “En iyisi beklemek.” kararını alarak olay yeri ekiplerini beklemeyi doğru buldular.
Durumu biraz olsun kanıksamanın verdiği rahatlıkla gördükleri üzerine düşünmeye başladılar. Yavaş yavaş kapıya doğru çıktılar. Hangarın saçağının altında beklemeye koyuldular. Ertunç’u derin düşünceler sarmak üzereydi. Bunu yapan kimdi, neden yapmıştı? Bu nasıl bir sadistlikti… Ertunç bunu yapan kişi bulma arzusuyla yanıp tutuşmaya başladı. İçerdeki kim olursa olsun, ne yapmış olursa olsun hiçbir insan böyle bir muamaleyi hak etmiş olamazdı. Bu düşünceler içerisinde sessizce kendisini dolduruyordu. Hatta kimin yapmış olacağına dair teoriler üretmeye bile başlamıştı. Nereden başlamalı, nasıl bir yol izlemeli, nerelere gitmeli teker teker kafasında kurmaya başlamıştı. Yağmur dinmiş etrafı bir sessizlik sarmıştı. Bir süre sonra sirenler ve ışıklarla donatılmış ekip arabaları geceyi yararak hangarın kapısına vardılar. En önden tulumlarını giymiş bir şekilde olay yeri inceleme ekibi giriş yaptı. Ardından da savcı göründü. Olay dehşet verici bir vahşiliğe sahipti. Olay yeri ekibi ve savcı gerçekten çok hızlı gelmişlerdi. Ertunç savcıyla konuşmaya başladı. Gerekli açıklamaları yaparak fikrini de beyan etti.
Tam o sırada bir araç daha geldi. Aracın içinden hiçte sevmediği iki tip inerek yanlarına doğru yürümeye başladı. Cinayet büro ekip elemanlarıydı bunlar. Ertunç’un buraya gelmeden önceki mesai arkadaşları. Bunlar Ertunç’un üst devresi sayılırlardı. Birbirlerine tiksinerek baktılar. Aralarındaki husumetin gerginli hemen belli oluyordu. Ertunç’un savcı yanındaki hararetli tutumunu fark eden uzun boylu olan cinayetçi Ertunç’u tersler bir şekilde “Tamam savcım, bu iş bizde. Gelmeden bir iki arama yaptık hangar kimin adınaymış filan öğrendik. Bir fikrimiz var çözeceğiz inşallah.” dedi ve tiksinerek Ertunç’a bakmaya devam etti. Ertunç söze girecek oldu. “Ama” ile başlayan lafını kısa boylu cinayetçi hemen ağzına tıktı. “Ne ama birader! Ne ama? Asayiştesin sen. Cinayetten geliyoz biz, ne ama! Sen mi çözecen?” dedi. Ertunç bir an duraksadı ve asayişte olduğunu hatırladı. Bir an boş gözlerle etrafına bakınır oldu. Diğerleri Ertunç’un bozdulduğunu düşünerek yüzlerine hafif bir sırıtış yerleştirdiler. Ama Ertunç aksine bir rahatlamaya kavuştu. “Tamam” dedi yarım bir gülümsemeye kavuşan ağzıyla. Daha sonra tam bir gülüşle tamam diye haykırdı Alın sizin olsun.” dedi. Cinayet büro elemanlarının birden yüzü düştü. Tüm vücutlarıyla adeta “Nasıl yani?” diye soruyorlardı. Savcının yanında kalakalmışlardı. Amerikan filmlerindeki gibi; “Burası senin bölgen, burası benim bölgem.” tartışması olmayacak mıydı yani? Ertunç “Tamam cinayet ama dosyanın şu konusu asayişi ilgilendirir.” filan demeyecek miydi? Aralarında önceden gelen husumet bu olay bahane edilerek bir çatışmaya dönüşmeyecek miydi?
Evet dönüşmedi… Burası Amerika mı? Burası Paris. Dönüşmedi yani öyle bir şeye filan. Zaten kavgalarının sebebi birbirlerinin üzerine sürekli iş yıkmaya çalışmalarıydı. O yüzden Ertunç’un görev yeri değişmişti. O yüzden hiç de Amerikan filmlerindeki gibi olmadı. Hatta gaza gelerek; Bu iş bizde.” diye sahiplenen cinayetçiler Asayiş Şube ile görev paylaşımı yapabilecekleri bütün küçük ihtimalleri de kaybetmiş oldular. Ve içten içe “Nasıl böyle bir gaza geliriz!” diye hayıflanmaya başladılar. Ertunç asayiş polis memurlarıyla birlikte ekip otosuna döndü. Yol boyu futbol programı izledi.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir