Connect with us

Öykü

Burak Şen -Yansıma


Yaşadıklarının bilinmesinin gerekliliğini yüreğinde derince duydu. Bir müddet yürüdü. Bilinmenin ve farkına varılmış olmanın insana has bir ihtiyaç olduğu aşikârdı. Oysa sanki onu hiç kimse fark etmemişti bugüne dek. Doğduğu ev ailesi ve yaşadıklarıyla yapayalnızdı adından başka hiçbir şeye sahip olmamış gibi hissetti kendini, Cemâl…
Hayatta onu tek mutlu eden şey sahafları dolaşmak buralarda bulunan ikinci el kitapları karıştırıp, altı çizili cümleleri not edip daha sonra okumaktı. Sahaflarda unutulmaya terk edilen kitap yığınları arasında seçtiği kitaplarda herhangi birinin içerisinde bir resim, bir not, bir numara ya da altı çizili satılar onda tarifi mümkün olmayan duygular uyandırıyordu. Bu notlar arasında daha çok birilerini ya da bir şeyleri arıyor gibiydi. Cemâl, sabah erkenden çantasını ve not defterlerini alıp evden çıkıyor, önemli bir işe yetişmesi gerekiyormuş gibi iki dirhem bir çekirdek giyiniyordu. Gidecek bir yeri, yetişmesi gereken bir işi de yoktu aslında. Hatta yolda bir yerde düşüp kalsa ya da başına bir iş gelse kimselerin ruhu bile duymaz belki de kimsesizler mezarlığında bulurdu kendini. Ama o kendince mühim bir kişilikti.
Gitmesi gereken yerler çok uzak da olsa çoğunlukla yürüyordu. Bunu o da yeğlemiyordu ama mecburdu. Çünkü ne taksiye ne otobüse verecek parası yoktu. Bazen o kadar uzun mesafeler yürümek zorunda kalırdı ki şişen ayaklarını ayakkabıdan çıkarmakta zorlanırdı. Bu uzun yürüyüşlerde uzun uzun düşünme fırsatı bulur, kendi içine yönelir ve kâh topluma kâh yaratana karşı türlü eleştiriler sıralardı. Bu yürüyüşlerinde karınca sürüsünü andıran kalabalık insan yığınlarını gözlemlediğinde insanların hali ona acınası geliyordu. Bu insanlar nereye koşturuyorlar? Sürekli alıveriş yapıyorlar? Sanki programlanmış makineler gibi çalışıyorlardı. Bu hayatın onda bıraktığı yansımasıydı. Bu yansıma ona itici geliyordu. Hayat bu kadar basit olamaz diye düşündü.
Akşama doğru güneşin batmasına birkaç saat kala kitapçıya varmıştı. Kapıya doğru yöneldi lâkin kapı kilitli ve dışarının gözleri kamaştıran gün ışığına rağmen karanlıkta kalan içerisi zar zor seçiliyor kimse de görünmüyordu. Birkaç defa daha kapıya vurdu. Sonra çevreye bakındı kimse yoktu. Derken dükkânın üst katındaki çıkıntılı ahşap pencereden bir çocuk başını uzattı: “Kim o” diye seslendi. Cemâl “Dükkân neden kapalı?” diye sordu. Çocuk yarım yamalak telaffuz ve peltek sesiyle: “Babam birazdan gelir açacak.” Dedi. Cemâl başını salladı. Biraz da söylenerek az ilerideki banka oturdu. Bir gözü kitapçının kapısında bir süre bekledi. Hava kararmaya yaklaşınca ayağa kalktı. Yukarı sokaktan birkaç adamın sohbet ederek geldiğini gördü. Ve evet bu dükkân sahibiydi. Cemâl’i görünce duraksayan adam: “Ne zamandır yoktun, nerelerdeydin Cemâl, hangi rüzgâr attı seni buraya?” dedi ağzının kıvrımındaki gülümsemeyle.
Cemâl yerinden yavaşça doğruldu. Yorgun bitkin bir halde hafif gülümseyen bir ses tonuyla “Öyle bir rüzgâr ki elimden tutup getirdi’’ dedi. Sahafın dükkânı açmasını sabırsızlıkla bekledi. Kapı açılır açılmaz içeri girdiler. Cemal ivedilikle kitapları karıştırmaya başladı. Yakın zamanda gelen kitaplardan haberdarmışçasına hararetle bir şeyler arıyordu. Kitapçı Rauf bir eli masanın üzerinde diğer eli çenesinde onu izliyor ve bu garip davranışlara bir anlam veremiyordu. Cemâlin parası olmadığı için kitap alacağı yoktu. Bunu o da biliyordu. Cemâl sayfalar arasında dört gözle notlar arıyor her bulduğu not ile gözlerinde şimşekler çakıyordu. Bu neden olabilirdi? Cemal neyi arıyordu? Otuz altı yaşına gelmiş ve hiç evlenmemiş olan bu adam neden koca bir ömrü heder etmekle meşguldü? Kitapçı Rauf ona hüzünle karışık bir kızgınlıkla bakıyordu şimdi. Rauf ani bir hareketle yerinden kalktı. Cemal’i omuzlarından tutarak “Dur be adam dur artık neyi arıyorsun senelerdir? Bitmedi arayışın! Hayatın bitti ömrün bitti ama arayışın bitmedi. Yaşıtlarının senin kadar boyunca çocukları var. Bu hayat bunun için miydi?” Dedi. O an duraksan Cemâl kitapları yavaşça yerine bıraktı ve ellerini yüzüne götürdü. İki eliyle kapadığı gözleri dur duraksız akan bir çeşme gibiydi. Sanki binlerce yıldır baskılanan ve akışı durdurulmuş olan bir çeşme misali…
Kitapçı Rauf onun bu halini görünce yüreğinde derin bir sızının peyda olduğunu gördü. Bir an duraksadı. Ve yumuşak bir ses tonuyla “Hadi anlat bana, nedir derdin? Ne arıyorsun sayfaların aralarında? Ne arıyorsun ne!?” diye sordu sitemle. Cemâl derin nefes aldı. Yaşaran gözleriyle başını yerden kaldırdı. Ömründe belki ilk kez böyle ağlamıştı. İki yana sarkan cansız kollarının bitimindeki elleri sanki göğsündeki boşluğu tarif ediyormuşçasına çaresizlik ve kimsesizliği yansıtıyordu. Şüphesiz o eller binlerce yıldır hiç kimse tarafından tutulmamış o kollara ise hiç kimse sarılmamıştı. Cemâl tekrar derin bir nefes aldı ve titreyen ama güçlü bir ses tonu ile “Hayat’ı arıyorum” dedi utanarak. Kendine bile itiraf edemediği bu cümle iğnenin merminin sırtına çarpması gibi göğsünden çıkarak yayıldı. Ardından yere çöktü. Kitapçı Fuat bir müddet sustuktan ve dükkânın içinde birkaç tur gidip geldikten sonra yine benzer bir sertlikte, “Hayata dair ne bulabilirsin ki o kâğıt ve mürekkep karışımı sayfalarda. Ne umuyorsun? Ne arıyorsun?” Dedi. Cemal sırtını ahşap rafa dayamış iki eli birbirine sıkıca kenetlenmiş bir halde başını yavaşça kaldırdı. “Hayat’ı dedi Hayat’ın bıraktığı o notları arıyorum…”Sonra yavaşça başını eğdi göğüs hizasında iki eliyle sıkıca tuttuğu kitabın altı çizgili sayfasına baktı ardından bir damla gözyaşı bıraktı satırlar arasına.
Bundan on yıl kadar önce Cemâl, Hayat isminde bir edebiyat öğretmeni ile tanışmıştı. Hayat Cemâl’in yaşadığı şehre öğretmen olarak atanmıştı. Kısa bir süre sonra yolları kesişmiş ve Cemâl tanımış aralarında gönül bağı kurulmuştu. Hayat, Cemâl’e hep okuduğu kitapları biriktirdiğini ve her birinin içine Cemâl için notlar yazdığını söylemişti. Cemâl bu notları her ne kadar merak etse de Hayat göstermemişti. Evlenince biz aynı eve girince okursun diyordu. Aylar yıllar geçmiş bir gece kıyamet gibi bir deprem şehri yerle bir etmişti. Cemâl ise hayatta kalmış ve hemen Hayat’ın oturduğu eve koşmuştu. Caddeler sokaklar enkaz yığınlarıyla ve insanların acı ve çaresizlik dolu bakışlarıyla doluydu. Derken Hayat’ın apartmanının olduğu yere ulaştı. Ama anlamlandıramamıştı çünkü apartman yerinde yoktu. Deyim yerindeyse apartmanın yerinde yeller esiyordu. Bundan daha yıkıcı ne olabilirdi? İnsanın içinde yaşadığı, güvenip sığındığı, barındığı; her şeyiyle güvendiği evinin olmayışı. Sağa sola mütemadiyen hızlı hareketlerle başını çevirip bakıyor ve yanlış sokağa geldiğini düşünerek kendini telkin ediyordu. Ama yanlış yerde değildi. Doğru yerdeydi. Hayat’ın oturduğu apartman yıkılmış ve geriye koca bir enkaz yığını kalmıştı. Bu ev Hayat’ın eviydi. Cemal bu eve hiç girmemiş olsa da Hayat’ın olduğu her yer onun da eviydi. Dünyada herkesin barınacak bir yeri vardı. Cemal’in ise evi Hayat’ın yüreğiydi. Şimdi ise Hayat’ın evi yıkılmış Cemal’in ise deyim yerindeyse hayatı yıkılmıştı. Yandaki kaldırıma yavaşça çöktü. Kurtarma ekiplerini yaşaran gözlerle izliyor nefes almayı bile unutmuşçasına hiç hareket etmiyordu. Kollarını dizlerinin üzerinde birleştirip başını yere eğdi. Hayat’ı düşünüyordu. Bu enkaz yığının altında acaba neredeydi? Ya ona yazdığı notların olduğu o kitaplar… Günlerce bekledi. Arama kurtarma ekipleri enkaza hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Cemal yemek yemeyi ve su içmeyi dahi unutmuştu. Sanki yutağına görünmez bir set koyulmuş ve midesi hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Zayıf ve yorgun düştü. Hastalandı. Enkazın çevresinde yatıp kalkıyor hiç kimseyle görüşmüyordu. Derken bir gece tüm olanlara daha fazla dayanamayıp bayıldı. Gözünü açtığında hastanedeydi haftalardır tedavi altındaydı. Olan biteni zar zor hatırlamaya çalıştı. Beynine yerleşen olay örgüleri bir silsile halinde gelip gidiyor. Hatırladığı her saniye kalbinde bir bıçak yarası bırakıyordu. Birden doğruldu. Beyaz çarşafı üzerinden attı. Ve koşar adımlarla Hayat’ın evinin olduğu yere gitti. Ama artık orada ne apartmandan bir eser ne de enkaz kalmıştı. Koca bir çukur gördü. Kırmızı topraklarla dolu koca bir çukur. Elini kalbine götürdü kalbinin ortasında açılı olan o koca çukura benzetti. Bu boşluğu tarif edemiyordu. Hayat öğretmen ölmüştü. Ve memleketine gönderilip defnedilmişti. İlk otobüse atlayıp Hayat’ın memleketine gitti mezar ziyaretine. Mezarlığa vardığında derin bir rüzgârın içinden geçip gittiğini hissetti. Tüm hayalleri tüm umutları şu başucunda eşarp bağlı olan çiçekli mezarda yatıyordu. Toprağa uzandı Hayat’ın yanına… Toprağı sıkan avuçlarında Hayat’ın ellerini hissetti. Uzun uzun hıçkırarak ağladı. Günlerce mezarın başından ayrılamadı. Bir an için Hayat öğretmenin kitapları geldi aklına, onun için yazdığı notlar… Hiç değilse onları bulmalıydı. Bulmak zorundaydı. Daha sonra memleketine döndü. Hayat’ın kitaplarını aradı. Şehirde sormadığı kimse ya da kurum kalmadı. Deprem sonrası çalışma yapan kurumlara gitti. Aradı durdu. Hiçbir şey bulamamıştı. Nereye gitse eli boş dönüyor nereye gitse göğsündeki boşluk büyüyordu. En son kayıp eşya bürosunda bir görevli ona enkazdan çıkarılan eşyaların bağışlandığını söyledi. Şehrin muhtelif noktalarındaki kitapçılara…
İşte Cemâl o gün bugündür. Bunu aramaktaydı.
Şimdi elinde tuttuğu bir şiir kitabında Edebiyat öğretmeni Hayat Hanım yazmaktaydı. İç kapakta ise kısa bir not:
“Edebiyat hayatın yansımasıdır. Derler. Ben ise sana bakınca kendimi görüyorum Cemâl. Sen ki eşsiz bir ayna gibi bana kendimi gösteriyorsun.. Seni çok seviyorum ve hep seveceğim, sevgili yansımam…”

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir