Öykü
Berfu Cebeci – Giderken Kapıyı Açık Bırak
Rüzgarın esintisini suratında hissedince uyanmıştı Macit Bey.Yine odanın penceresi açılmıştı rüzgarın şiddetinden. Mevsimin şiddetli , insanın hiddetli esenini sevmiyordu Macit Bey. Doğruldu yatağından memnuniyetsizce, pencereye doğru yürürken söylendi kendi kendine:
– Canına yandığımın evinde bir seni zapt edemedim be pencere!
Oldukça düzennizam seven bir insandı Macit Bey evinde her şey illaki yerli yerinde olmalıydı.
Pencereyi kapatırken söylenmeye devam etti:
– Kapalı durman gerektiği zamanlarda senden bekleneni yapacaksın artık. Usandırdın! Unutma usanmak vazgeçmeye bir adım kaldığının yegane göstergesidir. Bu sana son ihtarım ya kapattığımda kapalı kalmayı başarırsın, rüzgara direnirsin ve kendini kanıtlarsın ya da ben de zamana uyup bir pimapenciyi çağırıveririm eve. Hah! O Kadar !
Pencereye gözdağı vermiş olmanın özgüveniyle yatağa doğru yürüdü Macit Bey ve isteksizce topladı yatağını. Herhangi bir dış etken tarafından uyandırıldığında yani kendi rızası olmadığında tekrar uyuyamazdı Macit Bey, bu sabah da onlardan biriydi. Uyanmayı kendi arzusuyla seçmediği bir sabaha, mutfağa gidip çayın altını yakarak “Günaydın!” dedi. Evet gün bugün de aymıştı, zaten gün hayatın her ne olursa olsun devam etme koşuluyla müthiş bir uyum içinde olduğundan her gün istisnasız ayardı. Şaşılacak bir şey yoktu.Buzdolabından sütü çıkardı, her zaman kullandığı plastik tabağın içine doldurup salon penceresinin önüne koydu. Macit Bey’in oturduğu az katlı apartman dairesinin birinci katının sevimli orta boy bir bahçesi vardı ve o bahçeden kedi eksik olmazdı. Macit Bey’in sorunsuz sıkıntısız, sorgusuz sualsiz kabullendiği varlıklar yalnızca hayvanlardı. Ama kedilere fazlaca bir sempatisi vardı. Belki de bu sempati onun bulunduğu semte köpeklerden daha çok uğradıkları içindi. Koşullar onu bu seçimi yapmaya zorlamıştı. Yani eğer Macit Bey her sabah penceresinin önüne bir tabak kemik ya da ekmek yerine bir kase süt bırakıyorsa eğer bu kedilerin kazancı değil köpeklerin kaybıydı. Ya da bunlardan çok başka bir sebebi vardı… Macit Bey 65 yaşında bir subay emeklisi. Askerden dönen her toy delikanlının sağda solda anlatmaktan vazgeçemediği dönemlik hatıraları yok, onun hatıraları hayatının ta kendisi çünkü. O, yıllardır bir gözlerinin önünde can veren en yakın arkadaşı Kenan’ı unutamadı.Bir de 24 Aralık 1958 sabahını…Aklıselim bir adamdı Macit Bey ama asker emeklisi olan birine göre fazla duygusaldı. Yapısı mı öyleydi yoksa yaşadıkları o yapı üzerine mi inşa etmişti bedenini bilemiyordu. Vursanız yıkılmazdı belki ama merhamet gerektiren , iç burkan olayların eli ona bir dokunsa şöyle bir hemen ağlardı.Öyle hüngür hüngür değil, içli içli ağlardı Macit Bey … İçine içine ağlardı çoğu zaman. Gözleri nemlenirdi ama yaş akmazdı. Dışarıdan pek ağlıyor diyemezdiniz ama eğer bir mekanizmayla içine girebilmek mümkün olsaydı o sırada yutkunduğunun boğazında nasıl biriktiğini, dilinin varlığını unutturup konuşmasına izin vermeyişini, hüznün melodisini kısık bir sesle çalan yaşlı kabinin sesini fark edebilirdiniz. Çayını bardağına doldururken şöyle bir iç çekti derinden, sonra bardağını da alıp salonda en sevdiği tekli koltuğun bulunduğu köşeye oturdu. Çayından bir yudum aldıktan sonra koltuğun yanındaki sehpaya koyduğu bardağının yanında duran fotoğraf albümünü aldı eline .Bu onun için bir sabah ritüeli haline gelmişti artık.Yani “artık” derken son 40 yılı kastediyoruz; çünkü Macit Bey’in yaşayarak hatırında kalması gereken anılarına bir sabah yatağının başucunda bulduğu mektup son verip onu bu fotoğraf albümüne mahkum kılmıştı. Albümü eline alıp dizlerinin üzerine koydu, bir kere daha iç çekti. Bu iç çekiş mutfaktakinin iki katı kadar daha derinden gelmişti. Albümün kapağını sonsuz bir sükûnet ve sakinlik içinde açtı. Daha ilk fotoğrafta reaksiyon vermeye başlayan gözlerini tetikleyen o kocaman yaşlı kalbi bütün o derinden gelen nefeslere düşman kesilmişcesine soluduğu havayı kesiyordu. Albümü açmadan o koca derin nefesi neden aldığını anlıyordunuz. Âdeta denizde dibe dalmadan önce dalgıcın son nefesmiş gibi arzuyla içine çektiği havaydı bu onun için . Fotoğrafları ve fotoğraf çektirmeyi çok severdi. İnsanı hayatın o her şeyi unutturan akışından beklemediği herhangi bir anda çekip en mutlu olduğu ya da hiç unutmak istemeyeceği başka bir ana ufacık bir göz değmesiyle fotoğraflardan başka ne götürebilirdi ki? Neyin gücü unuttuklarını hatırlatmaya yetecek oranda olabilirdi? Çevirdiği üçüncü sayfadan yere düşen bir kağıt parçasının belki de…
24.12.1958
‘ Macit Bey,
Bu mektubu yazmaya elim gitmiyordu uzun zamandır. 19 yaşındayım siz de 22 yaşında genç bir delikanlısınız. Biz birbirimizi çokça sevdik asla bunu inkar edemem öyle ki ikimiz de ailelerimizi kaybetmeyi göze aldık aynı yastığa baş koyabilmek için.Bir yıldır sizinle beraber baş koyduğum bu yastığa sinen kokunuzu son kez içime çektim. Biliyorsunuz… Siz benim en derin nefesimsiniz. Hayatta kaybetmeyi göze alamayacağı oranda değer verdiği şeyler olmalı insanın ama muhakkak olmalı. Çünkü onlar olmadan insan yalnızca nefes alıp veren bir canlı olur kimse o insana “yaşıyor” diyemez o zaman, o insan yalnızca “hayatta” olur. Kaybetme korkusu, değer vermekle vuku bulur ve verilen değere son vermekle yok olur. Ben 15 yaşımdan beri sizi kaybetmekten korkuyorum. Muhtemelen bu mektubu kalkıp zarfa koyduğumda da kaybetmekten korkuyor olacağım. Hayatta kaybetmeyi göze alamayacağı oranda değer verdiği şeyler olmalı insanın demiştim ya başta , işte ben göze alamayacağım bir hayatı yaşayacağım. Gitmek zorundayım. Terk etmek değil bu. Ben sizi hiçbir zaman terk etmedim, etmem, etmeyeceğim çünkü; ruhsuz yaşamayı göze alamam. Bu masadan kalkıp şu kapıyı çektiğim zaman dışarıda kalan yalnızca bedenim olacak. Çünkü biliyorsunuz. Siz benim ruhumsunuz ve benim ruhum salonun en sevdiğim köşesinde yan yana duran o tekli koltuklardan birinde sizin sabah çayınıza eşlik etmek için oturuyor olacak. Macit Bey …Eşiniz olarak, koca bir kadın olup bir evin yükünü sizinle birlikte sırtlanmaya dair olan sözümü unutmuş değilim bu satırları yazarken lakin insanoğlu keşke verdiği her sözü harfi harfine tutabilseydi. “Elimden geldiği kadar” demeyeceğim çünkü elimden daha fazlası da gelebilir biliyorum. Her insan düşündüğünün fazlası kadardır aslında. Kimse fazlasını ortaya koymak için çabalamak istemez sadece. Genç yaşıma rağmen çocukluğumdan beri ailemde çektiğim sıkıntılar malumunuz uzun uzadıya yazmaya gerek yok. Biz aynı mahallenin çocuklarıydık. Siz de az çok hatırlarsınız dayaktan çoğu zaman ağlayarak sokağa fırlayışlarımı. O zamanlarda gözleriniz gözlerime değince unuturdum yediğim tokatın acısını. Babam benim çocukluğuma düşman siz babama, yaşayıp gittik yıllarca. Beni elimden tutup “sevdiğim kız” diye ailenize götürdüğünüzde o eli bir an olsun bırakmadan topladığınız bavul , indiğimiz merdivenler, yürüdüğümüz sokak ve her şeyi geride bırakıp tüm dünyaya meydan okuduğumuz o an… İşte o an benim kalbimi alıp sizinkine bir kere daha bağlamıştı. Uzaktan severdim sizi, o gün ilk defa iliklerimde hissetmiştim. Biliyorsunuz… Siz benim kanımsınız. Şimdi ben bu evden gideceğim ya …Son cümlemi yazıp noktayı koymaya gitmiyor elim. Kanım çekiliyor gibi…Siz mi çekiliyorsunuz Macit bey benden? Yoksa bu mektubu okuduğunuz o anı mı düşünüyorum acaba Gideceğim evet. Zorunluluklar, korkularımızla vuruştuğunda boyun eğen her zaman kalbimiz olur. Benim kalbim boyun eğdi. Birkaç gün önce kardeşlerimden aldığım mektup beni ailemin yanına dönmeye mecbur kılıyor. Babamın vefatından sonra annemin illet hastalığı iyice kötüleşmiş. Belki de çocuk aklım , toy mantığım beni böyle davranmaya teşvik ediyor. Ablam eniştemle birlikte yurt dışına götürmüş annemi. Bundan sonrasında da yeni ikamet adresleri orasıymış, birkaç güne kardeşimi de alıyorlarmış yanlarına tahsiline orada devam edecekmiş. Anneme dair ölüm değil beni korkutan aslına bakarsanız, evliğimizi hiç istemedi annem, rızasını almadım sizinle gelirken. Oysa onun yeri bende bambaşkaydı, babamın aksine bir fiske vurmuşluğu yoktu bana, kalbi pamuk gibiydi.Birlikte geçirdiğimiz onca yılın ardında o emeğin altında eziliyor gövdem. Ona minnet borcum var, düştüğümde yanağıma kondurduğu her buse için ona sevgi borcum var. Hasretimi çektiği her dakika için ona özlem borcum var. Eğer ki gitmek isterse bu dünyadan öteye ona veda borcum var. Son isteği bitmesiyse bu evliliğin ona itaat borcum var.
Gönlüm istiyor ki mektubuma son verip şu kapıdan çıktığımda kapıyı açık bırakayım. Göz görmese de gönül katlanamayınca ayaklarım gövdemi bu eve taşır belki…Amma ve lakin yüzüm yok, sizi kendime mecbur bırakma lüksüm yok. Gönlünüz kimi ben kadar ya da benden çok sever bilmem ama benden uzakta isterim ki mutlu olun ama istemem ki birine bana olduğunuz gibi aşık olun. Çünkü Macit Bey biliyorsunuz.
Siz benim aşkımsınız .
Gönlüm gitmese de elim beni mektubuma veda cümlesi yazmaya doğru götürüyor çünkü birazdan o tatlı uykunuzdan mahmur yüzünüzle uyanacaksınız. Bu sabah sizi tatlı bir buse ve mis gibi kızarmış ekmek kokusuyla uyandıramadığım için üzgünüm. Bahçedeki kediler için pencerenin önüne bir kase süt bıraktım ben ve onlarla geçecek diğer tüm sabahları da size bıraktım. Öyle ki benim sizden sonra yeni bir sabahım olacağını zannetmiyorum. Çünkü biliyorsunuz. Siz benim güneşimsiniz. Güneşimi sarıldığı battaniyeye tüm sıcaklığıyla bırakıp bu kapıdan çıkıyorum…Gönlüm kapıyı açık bırakıyor fakat ellerim beynimin kontrolünde olduğu için kapıyı kapatmış olacak. Yüreğim sizde, şefkatim bahçemizdeki kedilerde, aklım yaşayamadığımız günlerde, elim boynumda bir nefes ha gayret deyip çıkacağım kapıdan.İsterim ki hoş kalın, hoşça kalın…Lütfen…Macit Bey… Beni unutmayın… Afifeniz…
SEVGİ VE HASRETLE MAHMUR GÖZLERİNİZDEN ÖPERİM.”
Defalarca okunmaktan yıpranmış mektubunu katlayıp koyarken yerine, o sabahı hatırladı yeniden. Mektubu okuduktan sonra önce derin bir nefes almıştı, gözleri dolmuştu lakin yaş akmamıştı malumunuz. Sonra ayaklanmıştı , usul usul adımlarla Afife Hanım’ın giderken kapattığı kapıyı hafifçe aralık bırakmıştı. Aralık ayıydı ama hiçbir mevsim bu evi Afife Hanım’ın giderek soğuttuğu kadar soğutamazdı… Doğruldu koltuğundan hafifçe Macit Bey albümü sehpaya bıraktı. Çayından son yudumunu aldı. O sırada dış kapının gıcırtısı duyuldu. Son 43 yıldır o kapıyı hiç kapatmamıştı Macit Bey. Seslendi oturduğu yerden:
-Hüseyin siz mi geldiniz oğlum?
Çocuklar girip çıkardı devamlı;, şeker verirdi onlara, hikayeler anlatırdı. Fakat seslendiği halde yanıt alamıyordu bu sefer. Zaten onlar paldır küldür gelirlerdi. Bu seferki ayak sesi usulca yaklaşıyordu. Oturduğu semt hayli nezihti komşular birbirinden haberdar olurdu, kapının açıklığı onu hiç ürkütmezdi o yüzden ama bu sefer içini hafiften bir huzursuzluk kaplamıştı aniden. Kimdi gelen diye ayaklanmaya kalmadan kapıda beliriverdi gelen.
Omuzlarında bembeyaz saçları , başında yüzüne doğru uzanan küçük bir tülü olan şapkası, üzerinde kırmızı ceketi ve diz kapağında biten eteği , dudaklarında kırmızı rujuyla naif bir hanımefendi, usulca olduğu yerden :
-Yanınızdaki koltuğa buyur edip bana da ikram edebileceğiniz bir bardak çayınız var mı Macit Bey? Bu arada içerisi soğumuştu …Açık bırakamadığım kapıyı girerken kapattım. Çünkü biliyorsunuz. Siz benim sıcağımsınız.