Öykü
Ahmet Yetik – Yüksel Caddesinde Bir Ağaç

Nereden başlayayım anlatmaya?
Annemin dalından düştüğümde beni sarmalayan sıcacık toprağı nasıl betimleyebilirim? O dağ başında, dallarımı okşayan rüzgârın bana verdiği huzuru; ormanın mükemmel kokusunu anlatabilir miyim?
Sonra, beni tutunduğum güçlü ama tertemiz topraktan koparıp şehrin göbeğine, debdebeli hayatın orta yerine bırakan ele duyduğum hisleri, hâlâ ne olması gerektiğine karar veremediğim o hisleri, size nasıl aktarabilirim?
Şahit olduğum eylemleri, kavgaları, aşkları, sarhoşların bana anlattıklarını, güneşin heybetini, gecenin sırlarını… Anlatmaya kalksam tüm bunları zaman yeter mi? Bu okuduğunuz o zaman öykü değil de roman olmaz mı?
Neyse, son günümü, bu hayatta tanık olduğum son saatleri anlatarak veda etmek istiyorum ona…
*
Güneş çoktan Ankara’nın üzerinden çekilmişti. Yanımdan geçenler telefonlarından gidecekleri otobüslerin ne zaman durakta olacağına bakarak yürüyorlardı. Bazen karşıdan gelenlerle çarpışma tehlikesi yaşadıkları oluyordu, hatta bazen omuzlar birbirine değiyor ama ufacık gülümsemelerle dilenen özürden sonra yine telefonlarına gömülüp yollarına devam ediyorlardı. Bazılarıysa yine o telefonlar sebebiyle önüne bakmadıklarından biraz ötemdeki basamağa takılıp yere kapaklanıyor veya yere yapışmaya ramak kala kendilerini kurtarıyorlardı. Telefon nasıl bir şeydi? İnsan olsaydım bir telefonum olsun istemezdim doğrusu.
Bugün irili ufaklı tam on yedi arkadaş grubu görüş açımdayken ayrılıp evlerine dağıldı. Kimisi metroya iniyor, kimisi otobüslere yöneliyordu. Yine bugün -bir ara sayıyı karıştırmıştım ama sonra toparladım- yirmi bir çifti sevgili olmak üzere toplamda otuz iki ekip burada buluşup gidecekleri yerlere öyle devam ettiler. Yeni sevgili olduklarını her hâlinden belli eden o delikanlı omzunu bana yaslayıp kıza aldığı yeşil taşlı bilekliğe uzun uzun baktı. O, bilekliğe bakarken kız arkadaşı bir anda karşısında belirince kıpkırmızı kesildi. Kız, bundan zevk alırcasına, onu soru yağmuruna tutarak sevgilisini köşeye sıkıştırdı. Sonunda delikanlıdan ödülünü alınca oğlanın yanağına bir öpücük kondurdu ki sorma gitsin bizimkinin hâlini! İyice pancara döndü. Kız yine de merhametli çıktığı, aşığını daha fazla utandırmadan elini tuttu, Konur’da bir kafeye girdiklerini gördüm en son. Seviyorum gençleri, yaşama sevinçlerini… Bunlar sadece bugün olanlardı elbette. Gün bunlarla bitmiyordu.
Birazdan asıl cümbüş başlayacaktı. Bunun ilk sinyali Limon Pazarı esnafının kepenkleri indirmesiydi. İşte birazdan esnaflar yuvalarına dönecek; zabıtalar az sonra satışa sunulacak yığınla malın ortasından, göstermelik, Karanfil’i boydan boya geçecek ve onlar gittiğinde yerde renk renk kıyafetler, çoraplar, iç çamaşırları, zıbınlar; tezgâhlarda cüzdanlar, kolyeler, saatler meydana dökülecek. Ellili yaşlarında bıyıklı bir adam kestane satmak için tezgahını kuracak. Karanfil’le Yüksel’in kesiştiği noktada iki ustadan biri kokoreci ocağın üzerine asarken diğeri köfteleri özenle ızgaranın üzerine yerleştirecek. İnsanlar sıraya girip ustalara siparişlerini söylerken, babasını ve kardeşini Suriye’de kaybedip annesi ve üç kardeşiyle buraya göçen on altı yaşındaki Hammud, tabureleri dağıtacak. İnsanlar bir elinde ayran diğer elinde ekmek arası kokoreç ya da köfteyle tabureye çöktüğünde on bir yaşındaki Sevgi, elindeki gül demetiyle kalabalığın içinden çıkıp gelecek. Önce gözüyle kızlı erkekli oturan var mı diye bakacak. Talihine bugün bir tane çift, ilk sıralardan kokoreç alabilmiş olacak. Onların yanına yaklaşırken oğlanın kalp ritmi artacak, cebimde ne kadar para kalmıştı ki diye geçirecek aklından. Kız biraz anlayışlı çıkacak, benim güllere alerjim var deyip Sevgi’yi gönderecek başka masaya. Tek başına oturmuş sakallı genç, Sevgi’yle sohbet etmek isteyecek ama yan masadaki göbekli dayı oğlanın imdadına (!) yetişip Sevgi’yi oradan kovacak. Gence yaptığı iyilikten sonra kendinden emin “çok iyi bilirim bu tipleri, aman yeğenim para kaptırmayasın ha bunlara!” diyecek. Genç, içinden “he dayı he” diye geçirecek ama bu dışarıya “haklısın abi” diye yansıyacak…
Gece… Saat iyice ilerleyince biz yine yalnız başımıza kalacağız bu sokakta. Ben ve diğer arkadaşlarım. Ha bir de sokak lambaları…
*
Bu gece farklı bir soğuk var. Sokaklar her zamankinden daha sessiz. Selanik tarafından birkaç sarhoşun sesi geliyor. Küfürleşmeleri işitiyorum. Sonra tekme tokat birisine girişiyor kalabalık olan taraf. Biraz sonra yerdekini dövmekten yorulup rahat bırakıyorlar. Birbirlerine sarılıp şarkı söyleyerek yanımdan geçiyorlar. İçlerinden birisi diğerlerinden ayrılıyor. Heykelin dibine yanaşıp, fermuarını indiriyor. İşini bitirdikten sonra uzaklaşmış olan arkadaşlarının arkasından uçkurunu toplamaya çalışarak koşuyor. Yere düşüyor, tekrar kalkıp devam ediyor.
Biraz evvel dayak yiyen eleman gelip oturuyor tam dibime. Kaşı yarılmış, dudağının kenarından incecik kan sızıyor. Elinde hâlâ yarım votka şişesi. Bir yudum alıp ağzını siliyor. Bu arada çenesindeki kan da temizlenmiş oluyor. Ayağa kalkıp şöyle bir dolanıyor. Beni birisine benzetmiş olacak ki “Oo! Sen burada mıydın yahu?” diye gelip bana sarılıyor. Votkadan ikram ediyor. Toprakla vücudumun birleştiği yere biraz votka döküyor. Meczup herhalde, diye düşünüyorum. Yok yok! Körkütük sarhoş ulan bu! Biraz da çenesi düşük sanırım. Anlatmaya başladı hemen. Benimle sohbet ediyor. Sevdiği bir kız varmış, adı Zehra’ymış. Normalde içmezmiş böyle ama Zehra onu terk edip bir de aradan daha bir ay geçmeden nişanlanınca kafası atmış. “İşte” diyor “birkaç saat önce yüzüğü taktı parmağına!” Yürek mi dayanırmış buna? İçimden “ne anlatıyorsun abicim sen” demek geçiyor ama ağaç olduğum için susuyorum…
Konuşamıyor olamama aldıran tek kişi ben değilim sanırım. Sarhoş herif de bir yanıt bekliyor benden. Hadi ben fıtrattandır diye kabullendim bunu ama o isyan etmeye başladı bana! Alkolün etkisiyle sağa sola kaymasını engelleyemediği ağzından dökülen gevşek kelimelerle bana çıkışıyor. “Konuşsana ulan!” “Zehra da seni seviyor desene” “Niye kimse beni dinlemiyor ulan? Niye kimse sen haklısın demiyor?” “Yakarım oğlum bu şehri!” “Yakarım ulan seni!”
Bu sözlerin üzerine cebinden, milyoncudan birkaç liraya alındığı belli olan gri renkte bir çakmak çıkartıyor. Birkaç sefer denedikten sonra çakmak yanıyor. Elini tehditvari sallıyor. O sırada parmakları çözülüyor. Çakmak yere düşüyor. Birden alevler etrafımı sarıyor. Ayyaş herif korkuyla geri atıyor kendini. Ateşi söndürmeye çalışsa da beceremiyor. Alevler çoktan bedenime tutunmuş bile! Adam, bari kendimi kurtarayım diye sendeleyerek uzaklaşıyor. Allah’ım! Ne günler geçirdim ne insanlar tanıdım…
Alevler iyice harlanıyor. Canım öyle acıyor ki! Kendini entelektüel diye tanıtan küpeli, uzun saçlı, sakallı, cılız oğlanın para kazanmak için yaptıkları tiyatro gösterisinin afişini bedenime zımbalarken duyduğum acı bunun yanında vız gelir! Halbuki o oğlana ne çok sövmüştüm canım yanarken. Bir de doğayı, ağaçları severim diye kızlara caka satıyordur diye çok söylenmiştim ardından…
Devriye gezen polisler caddeden geçerken yardımıma yetişiyorlar. Hemen itfaiye çağırıyorlar ama itfaiye gelene kadar bedenimin çoğu yanıyor. Toprağa zar zor tutunuyorum. Kendimi yere atmamak için direniyorum. Gerçi, ben çabalasam ne olacak? Benden ümidi kesmişler artık. Bir motorlu testere bulunuyor. İncelmiş gövdemin toprağa en yakın yerinden dokunuyor bedenime. Saniyeler sonra kendimi Yüksel Caddesi’nin bağrında buluyorum. Beni dilim dilim doğruyorlar.
İşte, onca yıl sonra başıma gelenler. Şimdi, bir kamyonetin kasasında mezarıma götürülüyorum. Olan bu…
