Connect with us

Öykü

A.Kadir Taş – Kısa Kırk Altı

Boyası aşınmış, menteşeleri paslanmış döküntü bir kapının arkasında duran, her birinin farklı renkte bağcıkları görünen kırk altı numara ayakkabısını giydi. Ayakkabısının kırk altı numara olması yetmezmiş gibi pantolonunun paçaları da oldukça kısaydı. Üç numara büyük ayakkabı, dört parmak kısa pantolon giyiyordu, bu yüzden gri renkli çorapları hemen fark ediliyordu. Ayakkabıları, sadece eskimekten sancılar içinde değillerdi, psikolojik bir sarsıntı da yaşıyorlardı. Ve daha ölmeden önce simsiyah bir yasa bürünmüşlerdi. Birilerinin onları alıp metruk bir yere bırakmalarını ister gibi bir halleri vardı. Bıraktıktan sonra da arkalarına bakmadan yürüyüp gitsinler istiyorlardı. Belki de yalnız kalıp intihar etmeyi beceremeyeceklerinden yıkılmayı bekleyen bir duvarın altında kalmak da onlar için kurtulma yollarından biri olabilirdi. En azından bu kadar eskimişlikten ve yıpranmışlıktan kurtulmanın bir yolu da bu vahim düşünceydi. Bir gün nesneler de ölmeyi dileyebilirlerdi açıkçası!

***

Ayakkabılarını giydikten sonra sırtında siyah çantası ve yanına iliştirdiği kalp, aslan, inek, kaplan ve ceylan figürlü rengârenk balonların ipiyle, o heyula kapıyı açtı. Kapının gıcırtısı tiz bir ses çıkartarak mahallenin sokaklarını çınlattı. Bir an kapıyı kapatırken de aynı sesin çıkacağını düşünerek ne yapacağını bilemeden yüzünde belirsiz bir ifadeyle öylece kalakaldı. Bekledi. Sonra daha sessizce kapıyı kapatmaya çalıştı ama bu sefer de kapının kapanırken çıkardığı ses, tekerleği paslanmış bir tren lokomotifinin fren alırken çıkardığı kaba sesi andırıyordu.

Kapıyı kapattıktan sonra etrafına bakındı. Hemen yan komşusunun pencerelerine göz attı. Bir hareketlilik göremeyince kısa boyu, çelimsiz yapısıyla kırk altı numara ayakkabılarının uçlarına baka baka ağır aksak yürümeye başladı. Yürürken sırtında koca dünyanın yükünü taşıyordu. Kafasında aynı soru, bir mahkûm gibi, sürekli volta atıyordu. Haki yeşil renkli pelüş ayı oyuncağı kızı Zümra’ya alabilecek miydi? Günlerdir düşündüğü yegâne konu buydu. Düşünürken sürekli ayağıyla uyumsuz ayakkabılarına bakardı, bakarken de bazı bazı ayakkabılarını iki teneke vita yağı kutusuna benzetirdi.

***

Her sabah kuşluk vaktinde mahallesinden çıkıp ana caddeye varmadan “Atgüden Traktör’ün” yanından geçerken tabeladaki kuvvetli, gürbüz yağız at fotoğraflarına bakmadan edemezdi. Kendini bir at gibi hayal eder, kişner ve dörtnala koşar gibi hissederdi. Oldum olası atları severdi. Koşmalarını, terlemelerini ve pofurdamalarını… Bir müddet geçince bu duygularını ve hayallerini arkasında bırakıp yaklaşık yarım saat sonra o altı katlı binanın altındaki oyuncak dükkânın karşısına dikildi: Haki renkli pelüş ayının diğer oyuncaklar arasında olup olmadığına önce korku ve telaşla baktı, yerinde olduğunu görünce de içten içe sevinç duydu. Pelüş ayı her zamanki gibi pelüş kaktüs ile peluş Süpermen oyuncaklar arasında duruyordu. Hemen yanı başlarındaysa Kaptan Pengu peluş oyuncak, alıcısını bekliyordu. Bir zaman orada bekledi, uzun uzun haki renkli peluş ayıyı seyretti. Onu kızına alacağı günü tekrardan hayal etti. Kaç defa tam parayı denkleştirmiş ama bir seferinde su, bir seferinde elektrik faturasını ödemek durumunda kalmış derken bir türlü alamamıştı oyuncağı kızına. Ama kararlıydı, ayıcığı kızına mutlaka alacaktı. Aslında kızına oyuncak ayıcığı alma dışında parası olsa ayıcıkla beraber bir çuvala oyuncak doldurup mahalledeki bütün çocuklara pelüş oyuncakları dağıtma istediği de içinde kaşınan bir yara gibi duyuyordu. Ama bu şimdilik onun için yalnızca çok uzak bir hayaldi.

***

Kızı ilk kez onunla bir gün balon satmaya giderken görmüştü peluş ayıyı ve babasından o harika ayıyı kendisine almasını istemişti ki yaklaşık on gün gibi bir süredir ayıcığı almanın hesaplarını yapıyordu.Ancak her akşam iş dönüşü eli boş kızının karşısına çıkıyordu. Çünkü balonları satamadığı günler oluyordu. Bu yüzden bazen kızının yüzüne mahcup bakıyor, bazen başını önüne eğiyor, ona sarılıyor ve ellerinin avuçlarının arasına alıp sana en kısa zamanda ayıcığı alıp eve öyle geleceğim, diye söz veriyordu ve her defasında kendi kendine bir oyuncağı almak bu kadar zor olmamalı, diyordu. Oysaki onun gibi biri için zordu.Sabahtan akşama kadar okul önlerinde, ara sokaklardaki mahallelerde, toz, toprak, çamur; soğuk ve sıcak demeden çeşitli figürlerdeki balonları satarak evini geçindirmeye çalışıyordu. Hatta ilkokul mezunu olmasına rağmen keçeli kalem ile bazı bitki ve hayvan motiflerini sade renkli balonların üzerine çok usta bir şekilde çizebiliyordu. İsteyen olursa o sade renkli balonların üzerine sevdiği figürleri yapıp daha uygun bir fiyata satıyordu balonlarını.

Bu çizimler anlamında kendini yetenekli görüyordu, yalnız bu yetenek hiçbir işe yaramıyordu. Nitekim kızına bir oyuncak ayıcık bile alamıyordu. Bu durumun içini acıtan yükünün altından kıvranıyorken söz vermişti kendine, bugün gerekirse gece yarısına kadar çalışacak, o haki peluş ayıcığın parasını denkleştirdikten sonra eve gidecek, yarın sabah da kızı Zümra’ya ayıcığı alacaktı.

***

İlk önce “Haşimiye İlkokulunun” önüne geldi. Okulun dağılma saatine kadar yoldan geçen bazı kişiler az da olsa balon satın aldılar. Okul çıkışında ise çoğu öğrenci onun çizimlerini taşıyan balonları aldılar. Zaten fakir mahalle çocukları da ancak o balonları alabiliyorlardı ve o bu hususun farkındaydı. Bu nedenle her gün okul çıkışından sonra AVM’lerin olduğu daha zengin bir muhite gidip, orijinal aslanlı, kaplanlı ve kalpli olan balonlarını oralarda satmaya çalışıyordu. Çünkü bu balonlar daha pahalıydı ve kâr oranı daha yüksekti. Onu ayıcığa ulaştıracak tavşan, aslan ve kaplan figürlü balonların satışı olacaktı. Akşamın geç saatlerine kadar avm önleri, zengin mahalleler ve sokaklar demeden dolanıp durdu. Tabanlarına kara sular inmiş ama bu eziyetin, yorgunluğun nihayetinde ayıcığın parasını denkleştirmişti. Bu duyguyla yüzünde kısa ömürlü kelebekler uçarken mutluluktan gülen kanatlar takmıştı omuzlarına. Şimdi ömrünün en güzel yolunu yürüyordu yorulmadan, usanmadan, söylenmeden… Kırk altı ile uçuyordu âdeta. Neredeyse tak rak sesleri yürüdüğü sokağı inletiyordu. Evin kapısına vardığında komşuları bir bir üflüyorlarmış gibi lambalarını söndürüyorlardı. Bir tek sokak lambaları, düş kurar gibi yanmaya devam ediyorlardı. Yine kapıyı açmayı ve kapatmayı sessizce başaramadı. Kalan birden fazla balonlarını kapının arkasına astı. Kırk altıyı çıkarıp direkt kızının odasına gitti, kızı yüzünde mutlu anıları hatırlamış bir şekilde derin ve sessiz uyuyordu. Kızının saçlarını okşadı, uzun bir süre onu uyurken seyre daldı. Kızının odasından bir sürüngen misali çıkıp salona gitti. Yarın için öyle heyecanlıydı ki bir an önce sabah olsun istiyordu. Salonda döndü, dolandı. Kendi kendine güldü, sonra ne yapıyorum deyip ciddileşti. Sonra bir daha gülümsedi, sonra bir daha ciddileşti. Bir ara yalnızlık kokan odasına gitti, yerdeki yatağına uzandı. Açlığını hissetti, duyumsadığı heyecandan bir şey yiyesi yoktu. Tekrardan yatağından doğrulup salona döndü. Uyumadı. Saatlerce bekledi. Düşünceli bekledi. Sancılı bekledi. Sevinçli bekledi. Bekledi de bekledi. Şafağa doğru dışarıdan köpek havlamaları, ezan ve tek tük ayak sesleri gelmeye başlayınca o da evden çıkmak için sabırsızca davrandı. Oyuncakçı dükkânı açıldığında ayıcığı hemen almak istiyordu. Akabinde geri kalan balonlarını satıp eve dönecek ve ayıcığı kızına verince yüzündeki şaşkın, çarpıcı ve mutlu ifadeyi görecekti. Bütün derdi, tasası buydu.

Böylece içindeki sabırsız ve adı konulamayan bir telaşla yola koyuldu. Yarım saat kadar yürümesi gerekiyordu. Oyuncakçı açılmadan orada bulunmak istiyordu. Dükkân açıldığında ise ilk müşteri olarak o ayıcığı alacaktı. Yol boyunca bu hayallerle yürümeye devam etti. Her zamanki gibi “Atgüden Traktör’ün” yanından geçti. Bir an sevinçten uzun uzun kişnemek istedi. Sonra birilerine rezil olurum diye zihninden doyasıya kişnedi. Kişnerken kanında yağız at gibi koşmak istediğide duydu, yalnız kırk altının ön kısmına yerleştirdiği kâğıt topağını hatırlayınca bundan vazgeçip oyuncakçı dükkânına doğru yürümeye başladı. Dükkânın olduğu semte varınca önce altı katlı binaya göz gezdirdi ve o anda dairelerin bir bir lambalarını kapattıklarını görürken gün de aydınlamaya başlamıştı. Binadan gözlerini aşağı oyuncakçıya doğru kaydırınca, inanamadı. Dükkânın bütün camları kırılmıştı. Yanlış mı görüyorum diye, gözlerini defalarca ovuşturup tekrar tekrar baktı. Ama ne yazık ki gerçekti, bütün camlar kırılmıştı. Balonları bırakıp koşarak oyuncak dükkânına daldı. O an balonlar nazlı nazlı, renk renk havalandığında bütün oyuncakların yere atıldığını fark etti. Gözleri hemen pelüş ayıcığı aradı. Dükkânın ortasında bir o yana bir bu yana defalarca dolandı. Süpermen, kaktüs, Kaptan Pengu ağır yaralı olarak oradaydılar işte. Oysa bir türlü ayıcığı bulamıyordu. En son ayıcığı, papyonlu uzun kulağın yanında buldu. Aman Allah’ım! Ayıcık birçok yerinden defalarca bıçaklanmıştı. Kim neden yapmış olabilirdi bunu? Olduğu yere çakılıp kaldı bir süre. Sonra bir an kendine geldi, korktu. Pelüş ayıcığı aldığı gibi, dışarı çıkıp koşmaya başladı. Biraz koşmuştu ki kırk altının biri ayağından fırladı, Arkasına dönüp bakmadan koşmaya devam etti. Durmadan, soluklanmadan koştu, koştu ve koştu. Ta ki boş bir alanda kendini bulana değin, koştu. Yorgunluktan yere diz çöktü, derin derin soludu. Pelüş ayıcığı önüne koyup bıçak izlerine baktı. Ayıcık yara bere içinde kalmıştı! Kararsız elleriyle o ölümcül yaralara dokundu! Her dokunduğunda içinde kimsesiz bir burukluk hissetti. Sonra tek ayağındaki kırk altı ve gri çoraplarıyla doğrulup ayıcığı kucağına alarak “Haşimiye İlkokuluna” doğru aksaya aksaya yürümeye başlarken şu an düşündüğü tek bir şey vardı: O da şehrin her tarafındaki oyuncakçıları arayıp tarayıp haki renkli peluş ayının aynısını bulup kızına onu almaktı. Gerisini hiçbir şekilde aklına bile getirmek istemiyordu.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir