Öykü
Reha Ruhavioğlu – Annem İle Marquez
kendi kendiyle yaşamaktan yorulmuş bir ağrıdan kendine kaçmak için bir ölümü ayaklarına dolayıp dünyalarca gitmek diye diye sayıklarken kal diyen bir çift ele hüzün çökmesin için kalıp bir ölümü içinde büyütmenin sızısıyla, sızının onu terk edişiyle ve üzerine en iyi oturan elbisesiyle annem. gözlerinden gözlerime boşalttığı acıyla gittiğinden beri onu hep böyle görüyorum. hep bir şeyler anlatıyor bana. bir hikayenin içinde nefesimi kesmiş de hikayedeki çeşmeden su içirecekken çeşmenin hikayesine başlıyor. beni hikayede öyle dolaştırıyor ki evvelki hikayeyi unutmak ve ondan ümidi kesip bu hikayeye dalmak üzereyken çeşmenin başına dönüp kaldığı yerden devam ediyor. içtiğim suyu unutmuş, nefessiz kulak kesiliyorum.
bugün zeynebin havale geçiren kızını anlatıyor. bira te bidiya diyor, keçik mîna çilkek zêr bû. birin ku, lê kar nekir. çend cara hewale derbas kir, çend şeva heta sibê di nav buz û cemedê de bû. gotin li entabê tixtorekî rind heyi, birin û anîn, birin û anîn, birin û anîn. îja gotin felcê lêxistî yi, mi go hele por kurê, ez carê bibinim. di rê de zerugê ez dîm, go xaltiyê wer cem me min kelle çêkirî yi, emê bixwin û tev biçin mala zeynê.
zerug’un kelleyi nasıl seçtiğini, nasıl temizlediğini, nasıl pişirdiğini anlatırken kendinden geçiyor, beni de zeyneb’in kızını da orada öylece bırakıp dalıyor: tu zani ciyê zeruga xaltiya te kelle çê ki, kes newêri bê ez kelle çê dikim. mêrê xwi naşîni, bi xu deheri kellê xu distîni. sibê zû diçi qesabxana et balixê û li ser disekini, gereg kellê pezekî nuh hatibi şerjêkirin bi. hîn heywan di germahiya xu de bi ew kellê xu radiki tîni. hur û pizirê wî bi deh ava dişo û tertemîz paqij diki. bi kêrê rêj diki, rêj diki, rêj diki, diki zîv. arê xu pêdidi, arê kurmancî. serî davê nav wî arî heya temamî dikiziri. dure, sime wî dikizirîni, rêj diki, tertemiz dikelîni.
zerug kalın odunların yaktığı kurmancî ateşine tencereyi koyuyor. sarımsağı atacağı zamanı, ateşin harını, yağını, suyunu asla kaçırmıyor. adını aklımda tutamadığım başka şeyleri sırasıyla, özenle katıp en az beş saat pişiriyor. dikelîni, dikelîni. gi goştê serî ji hestî ve ket, serî rut ma, zani ew kella keliya yi diyor annem.
zerug’un işkembe ile mumbarın içini, pirincinden biberine, kekiğinden maydanozuna, karabiberinden ev salçasına kadar hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan hazırlayışını anlatıyor. Nasıl dikildiğini, bıçağın ucuyla nasıl delindiğini, ne kadar pişirildiğini… te dî gotina wî qolay i, kelle pir zor çêdibi lawê min diyor.
hayatında yediği en güzel ve leziz kelle’nin zerug’un evinde yediği o kelle olduğunu anlatıyor. yediği bütün kelleler, hayatında yediği en güzel kellelerdi oysa, sonuncuyu zerug’un elinden yemiş olmasına memnun oluyorum.
duruyor bir an, duraksıyorum. gittiğinden, bizi nasıl koyduğundan haberi var mı acaba diyorum. çünkü kaç zamandır yosun bağlamaya durmuş kabuğumun içinde yerinde duramayan bir kısrak şahlanıyor. her şafağın kızıllığıyla birlikte bir köpek sürüsü uluyarak geçiyor içimden çünkü. yokluğunda ya bu hikayeleri serinletiyor beni, yahut bir uğultu gibi uğulduyorum.
ben kellenin lezzetinden dudaklarımı yalarken annem beni sofradan apar topar kaldırıp zeynebin kızının başına götürüyor. kızcağız felç olmuş, boğazından açtıkları bir delikle besliyorlar. pırlanta gibi çocuk diyorum. aynı annesi diyor. annesi bugüne kadar gün yüzü görmemişti, bundan sonra hiç görmeyecek gibi bakıyoruz birbirimize.
annem gidiyor, ciwan geliyor, peşinden çaylarımız. bunu böylece ciwan’a anlatıyorum, aynen. annem bir meseleyi işte böyle anlatırdı diyorum. abi diyor, marquez de aynı böyle anlatıyor.
(yokuş yol’a dergisinin sekizinci sayısında yayımlanmıştır.)