Öykü
Özgün Cesur – Meriç’in Karşı Yakası
Mutfağa adımını atar atmaz annesiyle Nermin teyzesinin fısıldaşmaları, yerini telaşlı kaş göz işaretlerine bırakıverdi. Annesinin az önce şaşkınlıktan açık kalmış ağzını kapatmakla görevli elleri şimdi hayatın olağan akışına tüm uygunluğuyla Nermin teyzesiyle karşılıklı oturdukları masanın örtüsünde geziniyordu. “Eee Canan ne oldu sıkıldın mı kitaplarından?” diye sordu annesi onu görür görmez yüzüne yerleştirdiği en sahici gülümsemesiyle. Sonrasında da sorusunun cevabını beklemeden eline tutuşturduğu tabletle tatlı tatlı da olsa ittirerek çıkardı onu mutfaktan. Annesinin bu nice kapalı gişe sahnelerinin tozunu yutmuş oyunculara taş çıkaran performansı anlamasını geciktirdiyse de alıp oynayabilmek için bütün evi çığlıklarıyla inlettiği, bamya denen o lanet olası yemekten bir de değil tam iki tabak yemeye razı geldiği tabletinin şimdi ellerinde öylece karşılıksız duruyor olmasından anlamıştı bir şeylerin yolunda gitmediğini. Daha önce karşılaşmadığı bir muamele de değildi gerçi. Bazı sözler böyleydi. Sadece yetişkin denilenlere söylenirdi. Onun gibi daha geçen ay beşinci yaşını kutladığı doğum gününde arkadaşı ani bir hainlikle pastasının mumlarını ondan önce üfledi diye gözleri kan çanağına dönmüş bir çocuğa anlatılacak türden değildi. Öyleyse toplanılacak altınlar, atlanacak leveller bekleyedursun yapıştırdı kulağını az evvel yüzüne kapanan mutfak kapısına.
“Emin misin Nermin kesin onlar mıydı?”
“Onlar abla onlar. Çok yazık oldu.”
Konuşulanların tamamını duyamasa da bazı anahtar kelimeleri birleştiriyordu Canan. Mahallenin kadınları toplaşıp da “yazık” dediğinde, “zavallıcık” dediğinde, “çaresizlik” dediğinde, “ah” dediğinde, “vah” dediğinde cümlenin sonu mutlaka Yusuf’a varırdı. Onu ilk kez sokağın başındaki parkta görmüştü Canan. Sonrasında Yusuf’un babası olduğunu öğreneceği adam mahalledeki boş bir bodrum katına birkaç parça eşya taşırken o da oturmuş salıncağa ayağıyla hafifçe kendisini bir öne bir arkaya ittiriyor, hedefine bulutları koymayışı keyfinin pek de yerinde olmadığını belli ediyordu. Salıncağın demirlerinden çıkan gıcırtı, mahallede hiç arkadaşı olmayan Canan’a artık o can sıkıntısından patladığı günlerin geride kaldığını müjdeleyen bir borazan sesi gibi geliyordu. Hiç vakit kaybetmeden tanışmak istedi onunla. Kimdi? Kimlerdendi? Edirne’ye neden gelmişlerdi? İnsan savaştan kaçar mıydı? Ne kadar burada kalacaklardı? Bu sorular Canan’ın değildi. Kasap Rıfat amcanındı. Nam-ı diğer Canavar Rıfat. Bu ismi ona mahallenin çocukları uygun görmüştü. Kasap olduğu için değil ne zaman dükkânın önünde pineklerken ayaklarına çocukların topu uğrasa eline bıçağı aldığı gibi patlattığı, kendi çocuğunun bile başını okşadığı görülmediği, hiçbir “Kolay gelsin.” diyene “Sağ olasın.” dediği duyulmadığı içindi. O yüzden başına bir bela almamak için Canavar Rıfat amcanın Yusuf’un yanından gitmesini bekledi Canan.
Kaydırağa tersten tırmanabilir miydi? Hangi çizgi film karakteriydi? Topu ayağında kaç kez sektirebilirdi? Aaa demek futbol oynamayı sevmezdi. Doğrusu bu çok çok iyi bir haberdi. Canan onda hep sahip olmak istediği hayalindeki kardeşi bulmuştu. Yusuf da onu çok kısa süre sahip olabildiği kardeşinin yerine koymuştu. Ne zaman güneş açsa Kaleiçi’nin daracık sokaklarında keşfe çıkarlar, ne zaman yağmur başlasa yaptıkları çamurlu pastalardan birbirlerine birer dilim muhakkak ayırırlardı. Şimdi ne olmuştu da annesi onun bile bilmediği şeyler biliyordu Yusuf hakkında? İyice dikkat kesildi kapının ardındaki seslere:
“Dün gece Meriç’ten binmişler bota, sabahı da…”
“Ay deme Nermin, deme.”
“Seninkiyle de iyi anlaşırlardı. Şimdi göremeyince sana sorar. Artık gittiler mittiler dersin, uygun bir dille anlatırsın.” Söylenenleri tam olarak anlayamıyordu belki ama gittiler mittiler ne demek biliyordu Canan. Bir kere de babaannesini hastanede ziyaret etmek istediğinde “Babaannen uzaklara gitti.” demişlerdi. O günden beri de görmemişti hiç babaannesini. Demek ki Yusuf’u da bir daha göremeyecekti. Pastasının mumları üflendiğinde bile böylesine bir acı hissetmemişti. Usulca odasına gidip uzandı yatağına. Üzerinden çok da vakit geçmeden Nermin teyzesini uğurlayan annesi de geldi yanına. “Anne hani dün uyuyakalmıştım ya ne oldu masalın sonunda?”
“Bir daha küçük kara balığı gören olmamış.Masalı anlatan yaşlı balık ve küçük balıklar uyumuş. Bir tek küçük kırmızı balık uyuyamamış. Tüm gece okyanusu ve küçük kara balığı düşünüp durmuş.” Canan dün gece bu masalı dinlerken kendisini hep küçük kara balık olarak hayal etmişti. Tıpkı onun gibi cesur olacak, kuşandığı kılıcıyla derede ilerleyip balıkçılları alt edecek, bütün balıkları kurtarıp okyanusa ulaştıracaktı. Ama hayat ona küçük kırmızı balık rolünü uygun görmüştü demek ki. Kapattı gözlerini. Tüm gece Meriç’in karşı yakasını ve Yusuf’u düşündü.