Connect with us

Öykü

Merve Nâsır – Tasdikname

Güp güp -güp güp -güp güp… Korkan bir yüreğin düzensiz çarpıntılarını andıran ve ondan başka hiç kimsenin duymadığını bildiği bu ürkütücü ses, birkaç zamandır zihnini allak bullak ediyordu. Tepeden tırnağa ürpermesine ve bir hummaya tutulmuşçasına tir tir titremesine sebep oluyordu. Her geçen gün artan temposuyla kulaklarını sağır ediyor, umutsuzluğun bataklığına günden güne biraz daha sürüklüyordu. Onu çılgına çeviren bu ses, tek kişilik yatağının altındaki bazadan yükseliyordu. Tam olarak tarif etmek gerekirse bazanın içindeki kapaklı eski bir teneke kutuda yer alan küçük ve yıpranmış bir zarftan. Bir mektup, üstelik de satır satır ezbere bildiği bir mektup, nasıl oluyordu da yüreğine böylesine dehşetli bir korku salabiliyordu? Hem de uzun yıllar boyunca bir satır mektup alabilmek için ölesiye yanıp tutuşmuşken…


Yaşı itibarıyla mektupla ilk defa ilkokul sıralarında tanışmıştı ve akranlarının aksine bundan haddinden fazla hoşlanmıştı. Bir yakınına mektup yazma ödevini seve isteye yapmış, mecburi olmamasına karşın postaya bile vermişti. Halasına yazdığı bu mektuba ise bir telefonla yanıt almıştı. Hayal kırıklığını tahmin etmek pek de güç değildi. Yazması bu kadar keyifliyse alması kim bilir ne kadar da zevklidir diye düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. Görünen o ki sadece okulda ders olarak gösterilen ve artık nostaljik bir ögeye dönmüş bu haberleşme yöntemine ondan başka kimse rağbet etmiyordu. Hâliyle bu, bir mektup almasının önünde büyük bir engel teşkil ediyordu.
Sıra ergenliğe geldiğinde işler daha bir arapsaçına dönmüştü. Nitekim ergenliğini oldukça buhranlı ve sancılı geçiriyordu. Bunda hiç arkadaşının olmayışının ve içine kapanıklığının rolü de hayli büyüktü. Her ergen gibi içten içe anlaşılmamaktan ötürü kendini yiyip bitiriyordu. Kendisini anlayacak bir arkadaşı olursa sıkıntılarının hepsi yok olacakmış gibi geliyordu. Arkadaşlık kurma yetisi oldukça zayıftı ve annesinin de insafsızca belirttiği gibi arzu ettiği “o arkadaş” gökten zembille inmeyecekti.
Bir gün, düşüncelere dalıp gittiği bir anda bu arkadaşı denizden bulabileceğine dair bir fikir, şimşek gibi çaktı zihninde. Arkadaşını nasıl mı bulacaktı? Elbette bir mektup vasıtasıyla. Kimseye anlatamadığı tüm sıkıntılarını ve hislerini bu mektuba dökecek, mektubu da tıpkı filmlerdeki gibi cam bir şişe içerisinde denize bırakacaktı. Böylelikle mektubu bulacak kişiyle ki kendisini tamamen anlayacak hisli bir insan olacağından zerre şüphesi yoktu dünyanın en harika ve enteresan arkadaşlığını kuracaktı.
Zihninde kısacık bir an içinde tüm yapacaklarını tasarladı. Tasarısını hayata geçirmek için de bir an evvel harekete geçti. Önce bembeyaz bir A4 kâğıdı çıkarıp masanın üzerine koydu. Ardından güzel yazı dersinde kullanmak üzere öğretmeninin aldırdığı dolma kalemi ve mürekkebi bulup çıkardı. Bu tarz işler filmlerde böyle yapılıyordu ve o da tüm bu ritüellere hakkıyla riayet etmeliydi. Bir kalem ve biraz da mürekkep vasıtasıyla içini tertemiz mektup kâğıdına döktü. Üzerinden koca bir yük kalkmış gibi hissediyordu. Tekrar tekrar okudu mektubunu. Birkaç defa buruşturup atmaya yeltendiyse de kıyamadı. Mektubun imzalanması faslına geldiğinde ise durakladı. Asıl kimliğinin, en çok da cinsiyetinin bilinmesinin muhatabının ön yargıyla yaklaşmasına sebebiyet vereceğinden endişeleniyordu. Biraz düşündükten sonra mektubu Deniz Name ismiyle imzalamaya karar verdi. “Deniz”i hem iki cinsiyete de koyulan bir isim olduğundan hem de mektup deniz vasıtasıyla bulunacağı için seçmişti. “Name” ise mektubun eş anlamlısıydı. Tüm bunları bir parantez içinde mektuba da not düştü. O zamanlar farkında olmadığı şey ise adını yazmasa dahi bu satırların toy bir genç kızın kaleminden döküldüğünün ayan beyan ortada olduğuydu. Sayfanın en alt köşesine de evlerinin adresini yazdı. Böylece mektubu okuyacak hisli arkadaşı ona yanıt verebilecekti. Mektubunu yine filmlerde gördüğü üzere rulo şeklinde kıvırdı. Dikiş kutusunda bulduğu kırmızı bir kurdeleyle bağladı. Bu hâliyle mektuptan çok bir diplomayı andırsa da daha dikkat çekici olacaktı. Aslında niyeti mektubu bir cam şişeye koymaktı ancak şişenin kırılması ve mektubunun mahvolması riskini göze alamadı. Bu yüzden küçük, plastik bir su şişesine yerleştirdi. Şişenin ağzına ve kapağına bol miktarda Japon yapıştırıcısı sürdü. Bu da yetmemiş olacak ki birleşme noktasını uzun uzun selobantla sıkıladı.
Her şey tamamdı, geriye sadece mektubu denize bırakmak kalıyordu. Aylarca İstanbul’a, anneannesine gidecekleri günü sabırla bekledi. Böylelikle yapacakları feribot yolculuğu esnasında mektubunu denizle buluşturabilecekti. O gün gelip çattığında içini tatlı bir telaş ve heyecan kapladı. Güverteyi gezeceğim bahanesiyle ortadan kayboldu. Çantasına sakladığı şişeyi kimseye çaktırmadan gizlice denize fırlattı. İçi içine sığmıyordu. Görebildiği son noktaya kadar takip etti yüreğinden koparıp bir şişeye tıkıştırdığı yardım çağrısını.
Çok uzun bir süre hevesle kontrol etti posta kutusunu. Eline geçen ise faturalardan ve uyduruk mağaza broşürlerinden fazlası değildi. Her seferinde mektubun henüz bulunmadığını telkin ediyordu kendine. Mektubunun bir gün bulunacağına ve bir yanıt alacağına dair sarsılmaz bir inancı varmış gibi davransa da içinde bir şeyler yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Zihninde hiç susmayan seslerden biri ise bu işin daha en başından saçmalık olduğunu fısıldıyordu kulağına. Her zaman olduğu gibi bu kez de teslim oldu bu sese ve vazgeçti denizden gelecek arkadaş sevdasından.
Denize attığı mektubu unutmuştu ancak içindeki mektup tutkusu nihayete ermemişti. Ve günlerden bir gün parlak bir fikir(!) daha çaktı zihninde. Dersini almıştı artık kimseden medet ummayacaktı. Kendi başının çaresine kendisi bakacak, kendi göbeğini kendi kesecekti. Kendine daha doğrusu yirmi beş yaşındaki kendine mektup yazacaktı. Neden mi yirmi beş? Çünkü toy, ergenlik çağındaki genç bir kıza göre bir insan yirmi beş yaşına geldiğinde muhakkak suretle hayatını yoluna koymuş olurdu. Çeyrek asırlık bir zaman dilimi her şeyi mükemmel kılmak için yeter de artardı bile.
Denize atacağı mektubu yazarkenki hazırlıklarını yineledi. Bembeyaz kâğıdı önüne koydu ve düşünmeye başladı. Bütün sıkıntılarından kurtulduğu, tüm sorunlarının çözüldüğü, çok mutlu olduğu ve çok büyük şeyler başardığı bir hayata eriştiği gibi aptalca fikirlere kapıldı. Tüm bunları en küçük ayrıntısına varıncaya kadar mektuba aktardı. Bir an için kudretli bir kalemle, kendi kaderini elleriyle satır satır yazıyormuş gibi bir intibaya kapıldı. Ve büyük bir iştahla, gerçekleşmesini umduğu her şeyi, yüreğindeki gizli arzularını ve geleceğine dair çarpık kehanetlerini bir çırpıda döktü kâğıda. Hayaller âleminden fırlamış bu ucube metin, mektuptan ziyade garip bir dilekçeye benziyordu. Kâğıdı yine özenle katlayıp bir zarfın içerisine yerleştirdi. Kapağını yapıştırıp arkasını çevirdi. Yirmi beş yaşına geldiğinde senenin kaç olacağını parmaklarıyla hesaplayıp zarfın üzerine “… tarihinde açılacaktır.” notunu düştü. Amacı mektubu yirmi beşinci doğum gününde okumaktı. Bir insana verilebilecek en berbat doğum günü hediyesini hazırladığından ise henüz habersizdi.
Evet, kendine yapabileceği en büyük kötülüğü yapmıştı. Birbirini takip ve tekrar eden yıllar onu yirmi beşine getirmişti ancak mektupta sıralanan dilek ve beklentilerin bir tanesi dahi gerçekleşmemişti. İçine düştüğü kuyudan çıkmak şöyle dursun daha da derine saplanmıştı. Yine yalnızdı ve geçen onca senenin ardından aldığı ilk mektup da kendindendi. Hayatının ne kadar büyük bir hayal kırıklığı olduğunu kafasına çalan bir mektup. Gecenin bir yarısı, bir başına, burnunu çeke çeke yüzleşmek zorunda olduğu bir başarısızlık belgesi. Dönüp baktığında görebildiği yegâne manzara, on beş yaşındaki o genç kızın hayallerini yerle bir eden ve başarının kıyısından dahi geçmemiş viraneden hallice hayatıydı.
Okuduklarını biraz olsun hazmetmişti ancak kendine olan öfkesi asla dinmiyordu. Bu yüzden kendinden son bir intikam almaya karar verdi. Bu artık son hesaplaşma olacaktı. Mektup meselesi de böylelikle bir daha açılmamak üzere kapanacaktı. Hemen bir kâğıt-kalem aldı eline. Otuz beşine bir mektup yazacaktı, yolun yarısına. Bu kez kalem, hayalperest, ayakları yere basmayan genç bir kızın elinde değildi. Enkaz altından henüz çıkmış, üstü başı kir pas içinde, yaralı, genç bir kadın yazacaktı mektubu. Dolayısıyla hayallerle ve boş umutlarla işi yoktu. Süslü kelimelerle lafı dolandırmaya da niyeti yoktu. Şöyle diyecekti kendine: Yolun yarısına vardığın hâlde hâlâ bir yere varamadıysan ve bana bu gecenin bir tekrarını daha yaşatmak niyetindeysen lütfen yaşama. Şu an bulunduğum yere saplanıp paslanmaksa gayretin, var olmasan da olur. Var olmayı beceremeyeceksen hiç değilse yok olmayı becer ve bu mektubu alma, alama.


İşte son zamanlarda yüreğini dehşete düşüren o korkunç ses, bu mektuptan geliyordu. Elleriyle yazdığı tasdiknamesini almasına çok az bir vakit kalmıştı. Var olamamıştı ve işin daha fenası yok olmayı da becerememişti. Yolun yarısını yürümüştü fakat bir arpa bile yol alamamıştı. Cahit Sıtkı gibi yanılmış olmayı tüm kalbiyle diliyordu.

Karıncafil Öykü Dergisi Sayı: 1 Sayfa: 27

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir