Connect with us

Öykü

İbrahim Tekpınar – Kem

Otuz beşindeydim hala, saçlarım Münir Özkul’unki gibi ortadan seyrelmiş olabilir yine de kendimi civan delikanlı hissediyorum. Nasıl geç kalmış olabilirdim ki? 

Bizimkilere kalsa geç kalmıştım. Bu geç kalınmış olma hissi telaş yaptırıyor. O sebeple otuzuna merdiven dayayan kadınların evlilik merasimi sırasında her şeyin muntazam olmasını istemesi de normal. İnsanlar “beklediğine değdi” desinler. Oysa o koşturma çok yorucu. Maraton gibi. Nişan bittikten sonra başlıyor da çeyiz alışverişiyle katmerleniyor. Çeyizden inci boncuktan ne anlarım? Ben üniversiteye kadar kendime elbise bile almayı becerememiş biriyim. Ya annem dikerdi ya abilerimin kendilerine küçülmüş elbiselerini giyerdim. Önlüğü bile annem mavi bez alır da bizlere evin emektar makinesinde dikerdi. Ondan hala elbise almayı bilmem. Beceremem. Çeyizlik eşyaları nereden bileyim? Konsol, berjer, yatak odası, yemek odası, oturma gurubu derken aklım karıştı. Her şeyi saldım. Müstakbel eşimin seçmesini istedim de kendimi de süs eşyası gibi hissettim. Bambaşka birine de dönüştüm. Öyle sinirli ve asabi oldum ki çevremdeki arkadaşlarım bile bazen şaşırıp kaldılar. Arada nefes almak için görüştüğüm birkaç kişiden biri olan kırtasiyeci Adnan ve mücellit Veysel’le akşamları bazen yürür, bazen de eski bir kiliseden bozma caminin dibindeki çay ocağına giderdik. O çay ocağına sonradan öğrendim defineciler takılıyormuş. Kendi aralarında şifreli konuştuklarını zannediyorlar… İskembeleri yan çevirip çay koyan dörtlüden biri Halil’ler gece kuyu kazmaya gitmişler diyor. Halbuki mahallede define arıyorlar. Yakın diye de ve sessiz diye de bu ocağa takılıyorlar. Hem muhit çok eski. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalle. Şu! şu karşıdaki eve çatısı tenekeden kapanmış, dış duvarları çatlamış şu karşıdaki eve papazın evi diyorlar mesela. İleride solda butik otel yapılan bir ev var. Duvarlarına Urfa’ya uğramış Rus bir ressam fresk çizmiş. Birkaç eve ve eski Türkmen Sinemasının tavanına bile resim çizmiş de o ressamın ismin bilen yok. O butik otelin bahçesinde, bodur bir limon ağacı var. Onun önünden geçerken faytoncu Elias’ı anımsarım. Sırtı dönük ve küskün bir şekilde önümde yürür sanki. Sanki biraz ayaklarımı sürümeden yürüsem yetişeceğim. Elias, Ermeni bir kadından hoşlanır. Konuşma fırsatı bulur da derdini anlatır. Kadın ona kocasının öldüğünü söyler. Evlenmek ister. Elias Ermeni kadınla evlenir böylece kadın da sürülmekten kurtulur. Üç yıl mutlu yaşarlar sonra ikindinin serinliği taptazeyken, sığırcıklar mahalle semalarınca ciyaklar ve kapıda hırpani giyimli bir adam belirir. Elias kapıda öylece beklerken merdivende beliren çocuklardan biri “hayrig hayrig kitron” ** der. Elias anlamaz ama karısı yazmasını bile takmadan koşar. Saçları adamın omuzlarında dağılır. Adamın kocası olduğunu söyleyince kadıya giderler. Kadı, Ağavni’nin kendisine kocasının öldüğünü söylediği için nikahladığını söyler. Bu sebeple Elias’ı haklı bulur ama Elias’a şöyle der “şu çocuklara bak nasıl da babalarına sokuluyorlar” *** Elias bu kadınla mutlu birkaç yıl yaşadım. Umarım mutlu bir ömür geçirirler deyip kadından boşanır. Faytonuyla yabancısı olduğu şehri terk eder. Elias’ın boynun büküp yürüdüğü sokaklar. Gözümün önünde beliriveriyor film sahnesi misali yaşananlar. Çocukların babalarına sarılmaları ve ismi güvercin manasına gelen Ağavni’nin yaralı, ürkek hali. Dalıp dalıp kayboluyorum. Yorgunluğumu, hayat gailesini hatta deprem felaketi sonrası ölüm korkusunu bile unutturdu bu sokaklar. Gökdelen misali evlerde oturan insanların nasıl da fellik fellik hayatlı ki bizde avlulu eve hayatlı ev denir, hayatlı ev aradıklarını görmek de içimi ferahlatmıştı. O evlerin hepsinin bahçesinde mutlaka kuş takaları vardır. İncir, nar ve üzüm ağacı vardır. Bazısında portakal, limon da olur. Bembeyaz narin taşlar nakış nakış işlenmiştir de bakmaya kıyılmaz fakat; niyeyse oranın sakinleri terk edip apartmanlarda yaşamaya özenmişlerdi de deprem yine evlerine dönderdi. Suyun yolunu bulması gibi, yorgun bir atın evinin yolunu hatırlaması gibi hepimiz evimizi buluyoruz. Sokakları arşınladıktan sonra belki bin yıllık kapıdan geçtik. Üstünde aslan kabartması var. Baktıkça, hayran kalıyorum. Sonunda dolmuş durağına varınca şehre adım atıyoruz. Tıkış tıkış dolmuşun içine tünüyoruz. Bir süre yolculuk yaptıktan sonra inmem gerek durağa geldim. Vedalaştık ve yorgun argın evin kapısından içeri girince tek istediğim kanepede uyumaktı. Battaniye bulup altına kıvrıldım. Sıcaklığın koynuna erimiştim. Bir gürültüyle uyandım. Kesin epilepsi hastası abim kriz geçirdi derken, genç birinin elinde sopayla başımda beklediğini gördüm. Kardeşim hem de avukat kardeşim. Yusuf! Yusuf ne oluyor? Kimsin lan sen? Bizim evde ne işin var. Babamsa apış arasından ben fırlamamışım gibi polisi arıyorum dedi. Baba ne polisi? Elim titriyor babam beni tanımıyor. İsmi annemle aynı üvey annemse biraz da üzülerek bakıyor. Abla diyorum sen nasıl tanımazsın beni? Elini bilmiyorum dercesine havaya kaldırıyor. Polis sirenlerinin sesi gelince anlıyorum gelenlerin kim olduğunu, oysa hep onlar gelir diye hazırlık yapıyordum. Bilgisayarımdaki albümleri farklı disklere yedekliyordum da böylesini hiç düşünmemiştim. Kocaman cüssesiyle babam koşa koşa kapıya gitti. Balta kadar ağır derdi annem de öyle çevikti ki gerçekten tanıyamadım. Demir kapının sürgüsünün sesi geldi. Şak! İçeriye tıraş olmaktan yüzü tahriş olmuş polis girdi. Kırk beşindeydi.  “Yaat yeree “ diye bağırdı. Sesi evin salonunda yankılandı. Yeğenim uyanmasa da beni böyle görmesin istedim. Durun hırsız değilim demeye kalmadan biber gazı sıktı. Gözlerim yaşardı. Ters kelepçe takıldı ve doblo tipli polis aracına bindirdiler. Gözümü açamıyorum ama benim babam o deyince uyuşturucu kullanıyor herhal devrem dedi yanındakine ama uyuşturucu kullanmıyorum desem de nafile. Karakola götürdüler. İfadem alınmadan yüzümü yıkamama müsaade ettiler. Yıkadım ama gözlerim daha da yaşardı. Bir süre bir yerde bekledim. Hırsızlık vakası diye kapıdan sesler duydum. İçeri başka bir polis girdi.  Ardından Yusuf. “Avukat mısınız?” dediler de “evet” dedi. “Bizim evi soymaya çalışırken yakaladık” deyince itiraz ettim. “Yahu sizin ev dediğin benim de evim”. Şaşırıp baktı. “Yazlıkta seni sabah bakkala götürürken önümüzde bir trafik kazası olmuştu da geçen daha onu asla unutamıyorum demiştin. Küçüktün ama nasıl da aklında kalmış demiştim”. “Hayır” dedi. “Bizim yazlığımız yok”. “Yazlık dediysem köydeki müstakil ev. Sadece yazları kalmaya giderdik. Bahçesinde dut ağacı vardı”.  “Yok” dedi. Çıldıracağım nasıl yok? “Doğduğun günü hatırlıyorum. Ninem kardeşiniz doğdu adı Usup dedi. Usup derdi. Doğduğunda Afrikalılar gibi zayıftın da hastanede kaldın. Senin yüzünden az aç kalmadık. Annem hep hastaydı”.  “Anlattıklarının hiçbiri doğru değil” dedi. İfadem alındı ki dediklerimi dinlemediler bile beni sağlık kontrolüne gönderdiler. Hala uyuşturucu madde kullandığımdan şüphe ediyorlar. Kanımı aldılar. Hemşire damar yolunu bulamadı. Sonunda buldu tahliller yapıldı. Yarım saate çıkar dedi bekledik. Çünkü; savcılığa çıkmam için bunun alınması lazım.  Sigara molası veren polislerden biri çay içer misin? deyip hastane kantininden çay alıp geldi.  

Çayın sıcaklığını avcumda hissedince kafamı toparlamaya başladım. Onlar birer sigara daha yaktılar. Aralarında gülüşerek muhabbet ediyorlarken içlerinden dizi oyuncusuna özenen polis saatine baktı “otuz beş dakika olmuş” dedi. Açılır kapı önünde vızıldayıp açıldı. İçeri girip on dakika kaldıktan sonra kafasını kaşıya kaşıya geldi. “Ne oldu diye sordular?” Uyuşturucu madde belirtisi yok. Nasıl lan dediler. “Vallahi yok devrem doktorla konuştum değerleri normalmiş” Bir de doktor kanın azmış ilaç yazdım kullansın dedi. Arkaya başını çevirerek, söyledi. “Sigortam yok o ilaçları nasıl alacağım” dedim içimden ama kafamı salladım. Uyuşturucu kullanmadım dedim size, anlamadınız ki. Karakola döndük müstakbel eşimi korkutmak istemedim. Veysel ve Adnan’ı hatırladım. Adnan telefonları beşten sonra kapattığından internetten Veysellerin mücellithanesinin ismini aratıp numarasını bulmalarını istedim. Telefonumu nereye bıraktığımı, kimliğimi bile almama fırsat vermediklerini ekleyince kabul ettiler. Veysel de benim gibi gececidir umarım telefonunu açar diye düşünürken telefonu çaldı. O düüüt sesini işitiyorum. Kalbim hızlanıyor duracak gibi atıyor. Açtı. Polisler durumu anlatmaya çalışırken daha da karıştırdılar. Sonunda biri karakola acil gelmesi gerektiğini anlattı. Arabayla birileri almaya gitti. Gecenin o vakti dolmuş da yok ya. Yine gri ceketini giymişti. Gözlük takmamıştı göz altları şişmişti. Tanıdık bir surat görmenin verdiği rahatlık yerine, telaş aldı. Dolmuşun içindeki kalabalıktan usanıp “keşke Yedi Uyuyanlar misali üç yüz yıl yatsam. Keşke herkesin hafızasında anılarım dahil silinip gitse de  bir ölüden farkım olmasa deyip” içimden geçirdiğimi anımsadım. Ona kem göz dediğimizi da anımsayınca dudaklarımı ısırdım.  Buralardan keşke sular aksa dediği yüz yıllık kurumuş dere yataklarını sular seller doldurdu. Bir yılda yağan yağmur bir günde yağdı.Kem gözün gazabına uğradım da umarım bu çile uzun sürmez. Çünkü; o da hatırlamadı. Sadece bugün dolmuşla eve gittiğini kabul etti.  

 ** baba baba limon 

*** Jacob Künzler’in yazdığı “Kan ve Gözyaşları Ülkesinde “adlı kitapta geçen yaşanmış bir hikayeden alınmıştır 

Hayal Bilgisi Dergisi Sayı: 52 Sayfa: 29

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir