Connect with us

Çeviri Öykü

Haruki Murakami – Buzdan Adam

kocam bir buzdan adamdır.

ona ilk kez bir kayak merkezindeki otellerin birinde rastladım. bir buzdan adamla karşılaşmak için daha uygun bir yer düşünebileceğinizi sanmam. otelin sürüler halinde dolaşan gürültülü gençlerle dolu lobisinde, şömineden en uzaktaki köşede oturmuş, kendini sessizce bir kitaba kaptırmıştı. neredeyse öğlendi, ama berrak, soğuk sabah ışığı sanki yalnızca onu aydınlatıyordu. “bak, buzdan adam,” diye fısıldadı bir kız arkadaşım. o zaman buzdan adamın nasıl biri olduğunu bilmiyordum, arkadaşım da bana yardımcı olamıyordu. onun da tek bildiği gördüğümüzün buzdan adam denilen türden olduğuydu. “buzdan yapıldığı için öyle diyorlardır,” diye ekledi, yüzünde ciddi bir ifadeyle. sanki bir buzdan adamdan değil de bir hayaletten ya da bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış birinden bahsediyormuşuz kadar ciddiydi.

buzdan adam genç görünüyordu, ama bu, kaskatı ve fırça gibi saçlarına henüz erimemiş karlar gibi karışmış beyaz tellerle dengeleniyordu. uzun boyluydu, yanakları donmuş uçurumlar gibi keskin oyulmuştu, parmakları hiç erimeyecek gibi görünen bir kırağıyla kaplıydı. bunun dışında oldukça normal görünüşlüydü. tam olarak yakışıklı değildi, ama bazılarının onu oldukça çekici bulacağına eminim. içinizi delip geçecek bir özelliği vardı. özellikle gözleri ve kış sabahındaki buz saçağı gibi parlayan sessiz, saydam bakışı, onlar dışında iğreti görünen bir bedendeki tek yaşam kıvılcımlarıydı. bir süre durup lobinin ötesinden onu seyrettim. kitabına kendini kaptırmıştı, kendini yalnız olduğuna ikna etmek istermiş gibi bir kez olsun durmamış ya da başını kaldırmamıştı.

ertesi gün öğleden sonra yine aynı yerde oturmuş kitabını okuyordu. yemek salonuna gittiğimde, akşam üstü arkadaşlarımla kayaktan döndüğümde hep aynı koltukta oturmuş, aynı bakışları aynı kitabın sayfalarını tarıyordu. ertesi gün de farklı değildi. gün doğumundan gün batımına dek, sanki dışarıdaki donmuş kış manzarasının bir parçasıymış gibi yalnız oturup sessizce okuyordu,.

dördüncü gün öğleden sonra bir bahane uydurdum ve pistlerdeki arkadaşlarıma katılmadım. otelde kalıp lobide dolaştım. herkes dışarıda kayarken lobi terk edilmiş bir şehre benziyordu. hava yapış yapış ve tuhaf bir biçimde iç sıkan bir kokuyla doluydu—insanların botlarına yapışıp gelen ve şömine önünde yavaşça eriyen karın kokusuydu bu. pencereden dışarıya baktım, bir gazeteyi karıştırdım. sonunda tüm cesaretimi toplayıp buzdan adama yaklaştım ve bir şeyler söyledim. oldukça utangacımdır, o yüzden çok seyrek yabancılarla sohbet başlatırım ama o gün kendimi tutamadım, onunla konuşmam gerekiyordu. oteldeki son gecemdi, bu fırsatın geçmesine izin verirsem elime başkasının geçmeyeceğini biliyordum.

kayak yapmıyor musun? diye sordum; rahat bir ifade takınmaya çalışarak söyledim bunu. buzdan adam yavaşça başını kaldırdı, sanki uzakta esen rüzgarı dinliyor gibiydi. tüm dikkatiyle bana baktı ve ardından sessizce başını iki yana salladı. kayak yapmam, dedi. okumak ve dışarıdaki karı seyretmek bana yetiyor.  söyledikleri, çizgi roman konuşmaları gibi her sözcüğü beyaz bulutlar içinde, gözümün önünde havada asılıydı. parmaklarındaki kırağının bir kısmını yavaşça sildi.

ardından ne söyleyeceğimi bilmiyordum. ayakta, yüzüm kızarmış kalakalmıştım. buzdan adam gözlerimin içine baktı ve yüzünde bir an belli belirsiz bir gülümseme belirdi. emin olamadım. gerçekten gülümsemiş miydi? belki de yalnızca hayal etmiştim. oturmak ister misin? diye sordu. beni merak ediyorsun; istersen biraz sohbet edelim. buzdan adamın nasıl biri olduğunu bilmek istiyorsun, değil mi? güldü. sorun değil, diye ekledi. korkacak bir şey yok. benimle konuştuğun için soğuk almazsın.

köşedeki koltuklara oturduk ve dışarıda uçuşan karı seyrederken tereddütlü bir sohbete başladık. ben bir bardak sıcak kakao ısmarladım, ama buzdan adam bir şey içmedi. benim kadar utangaçtı. üstelik konuşacak fazla ortak noktamız da yoktu. önce havadan, sonra otelden bahsettik. buraya yalnız mı geldin? diye sordum. evet, diye yanıtladı. kayak yapmayı seviyor musun? diye sordu. çok değil, diye yanıtladım. beni buraya kız arkadaşlarım sürükledi. kayak yapmayı iyi bilmem. buzdan adamın nasıl biri olduğunu öğrenmeye can atıyordum. gerçekten buzdan mı yapılmıştı? ne yer, ne içerdi? yazın nerede yaşardı? ailesi var mıydı? işte böyle sorular vardı aklımda. ama ne yazık ki buzdan adam kendisinden hiç bahsetmiyordu, ben de kafamın içinde uçuşan soruları sormaya cesaret edemiyordum. bu konuları aklına getirmek istemiyor, diye düşündüm.

onun yerine benden, benim kim olduğumdan bahsetti. inanması zor ama hakkımdaki her şeyi biliyordu. ailemdeki herkesi, yaşımı, ilgi alanlarımı, sağlık durumumu, gittiğim okulu, arkadaşlarımı. hepsini biliyordu. çok uzun zaman önce unuttuklarımı bile biliyordu.

anlamıyorum, dedim, utanmıştım. sanki yabancıların önünde tüm elbiselerimden soyulmuş, çırılçıplak kalmıştım. benim hakkımda onca şeyi nasıl biliyorsun? diye sordum. zihnimi mi okuyorsun?

hayır, dedi buzdan adam, zihin okuyamam, ama biliyorum işte bu şeyleri. sanki berrak bir buz kalıbının içine bakıyormuşum gibi. sana böyle baktığımda seninle ilgili her şeyi görebiliyorum.

geleceğimi de görebiliyor musun? diye sordum.

hayır, geleceği göremem, diye yanıtladı, yavaşça başını salladı. gelecek kavramı benim için anlamlı değil. buzun geleceği yoktur, yalnızca mühürlenmiş geçmişi saklar içinde. sanki canlıymış gibi, dünyadaki her şey, açık ve ayrık, içinde gizlenmiştir. buz böyle türlü türlü şeyleri, temiz ve açık bir biçimde saklar. buzun özü, oynadığı rol işte budur.

memnun oldum, dedim ve gülümsedim. rahatlamıştım, çünkü geleceğimi duymayı hiç istemiyordum.

*          *          *

tokyo’ya döndükten sonra bir kaç kez görüştük ve ardından hafta sonları çıkmaya başladık. randevularımız herkesinki gibi değildi, sinemaya gitmez, kahve dükkanlarında zaman geçirmez, birlikte yemeğe bile çıkmazdık. buzdan adam neredeyse hiç yemek yemiyordu. öyle şeyler yapmak yerine parktaki bir bankta yan yana oturur konuşurduk. farklı konularda sohbet ettik ama buzdan adam bir kez bile bana kendisinden bahsetmedi. neden hiç bana kendinden bahsetmiyorsun? seni daha iyi tanımak istiyorum—nerede doğduğunu,  anne ve babanın nasıl insanlar olduğunu, nasıl olup da buzdan adama dönüştüğünü. buzdan adam bana bir süre baktı ve sonra yavaşça başını iki yana salladı. bu tür şeylere nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum, dedi sessizce ve kararlılıkla. ağzından çıkan nefesi sert ve beyazdı. benim geçmişim yok. her şeyin geçmişini biliyorum ve saklıyorum, ama benim kendi geçmişim yok. nerede doğduğumu, anne ve babamın nasıl insanlar olduğunu, hatta anne ve babam olup olmadığını bile bilmiyorum. kaç yaşında olduğumu, yaşım olup olmadığını bilmiyorum.

buzdan adam karanlıkta sürüklenen bir buz dağı kadar yalnız ve bir başınaydı.

ona derin bir aşıkla bağlandım, zamanla o da beni sevdi; şu anki beni, geçmiş ya da gelecek benden ayrık, şimdiki beni. ben de buzdan adamı gördüğüm haliyle sevdim, geçmiş ya da geleceğinden ayrık. harika bir şeydi bu. evlilikten bahsetmeye başladık. henüz yirmi yaşıma basmıştım, buzdan adam gerçekten aşık olduğum ilk insandı. onu sevmenin, o zaman ne anlama geldiğine aklım ermiyordu. ama bu, o an aşık olduğum buzdan adam olmasa da doğru olurdu.

annem ve ablam evliliğimize karşı çıktı. evlenmek için çok gençsin, dediler. adamın geçmişini bilmiyorsun—nerede, ne zaman doğduğunu. bunu akrabalarımıza nasıl anlatırız? dinle, diye devam ettiler, buzdan adam o, ya erirse? şimdi anlamıyorsun ama insan evlenince türlü sorumluluğun altına girer. buzdan adam nasıl olup da bir kocanın sorumluluklarını yerine getirebilirdi?

korkuları yersizdi. buzdan adam gerçekte buzdan yapılmamıştı. buz kadar soğuktu yalnızca. ısınsa, terlese bile erimezdi. soğuktu evet, ama bu başkasının sıcaklığını çalacak bir tür soğuk değildi.

böylece evlendik. kimse nikahımızı kutlamadı. kimse, ne arkadaşlarım, akrabalarım, ne de ailem, evlendiğimize sevinmemişti. nikah törenimiz bile olmadı. buzdan adamın nüfus kaydı yoktu, o yüzden medeni bir tören bile olamadı. ikimiz birlikte evli olduğumuza karar verdik yalnızca. küçük bir pasta alıp kestik ve yalnızca ikimiz yedik. düğünümüz buydu. küçük bir apartman dairesi kiraladık, buzdan adam bir soğuk et deposunda iş buldu. soğuk tabii ki onu hiç rahatsız etmiyordu, ne kadar çalışırsa çalışsın yorulmuyordu. fazla bir şey de yemiyordu. bu yüzden patronu onu çok seviyor ve ona iş arkadaşlarından daha fazla maaş veriyordu. sessiz bir hayatımız vardı, yalnız ikimizdik, ne kimse bizi rahatsız ediyordu, ne de biz başkalarını.

seviştiğimizde gözlerimin önüne uzak bir yerdeki yalnız, sessiz bir buz yığını gelirdi. sert bir buz, olabileceği kadar sert, koca dünyadaki en büyük buz parçası. uzak bir yerdeydi, ama buzdan adam nerede olduğunu bilirdi. yaptığı o buzun hatırasını iletmekti. ilk sevişmelerimizde kafam karışıktı ama hızla alıştım. beni kollarının arasına alması hoşuma gitmeye başladı. her zamanki gibi kendisi hakkında tek bir sözcük bile söylemedi, nasıl olup da buzdan adam olduğunu bile, ben de ona hiç sormadım. ikimiz yalnızca karanlıkta birbirimize sarılır, içinde dünyanın milyonlarca yıllık geçmişini saklayan o kocaman buzu paylaşırdık.

evli bir çift olarak hayatımız yolunda gidiyordu. biz birbirimizi seviyorduk, başkaları da bizi kendi halimize bırakıyordu. insanlar ilk başta buzdan adama alışmakta zorluk çekti ama sonraları yavaş yavaş onunla sohbet edebilmeye başladılar. buzdan adam herkesten farklı değil, diyorlardı tanıdıkça. ama en içlerinde onu kabul etmediklerini biliyordum, onunla evlendiğim için beni de kabul etmiyorlardı. onlardan farklı olduğumuz sonucuna vardılar; onlarla bizi ayıran uçurum hiç kapanmayacaktı.

istedik ama bir bebeğimiz olmadı, belki insanlarla buzdan adamların farklı genetik yapılarının çocuk yapmayı zorlaştırmasından ötürü. beni oyalayacak bir bebek olmadığı için çok boş zamanım oluyordu. her sabah evi temizlerdim ama o iş bitince beni oyalayacak hiçbir şey yoktu. konuşacak ya da birlikte dışarı çıkacak arkadaşım yoktu, mahallede kimseyi tanımıyordum. annem ve ablam buzdan adamla evlendiğim için hâlâ kızgındı ve benimle ilişki kurmayı reddettiler. ailenin yüz karasıydım. telefonda bile olsa konuşacak kimsem yoktu. buzdan adam soğuk et deposunda çalışırken evde yalnız oturup kitap okur ya da müzik dinlerdim. zaten daha önce de evcimen biriydim, o yüzden o denli yalnız kalmak beni çok rahatsız etmedi.  ama gençtim, ve o tekdüze kalıba fazla katlanamazdım. sıkıntı beni her günün katışıksız tekrarı kadar rahatsız etmiyordu. kendimi o günlük kalıbın tekrarlayan gölgesinden daha fazla bir şey olarak göremiyordum.

sonunda bir gün kocama bu tekdüzeliği bozmak için bir yolculuğa çıkmamızı önerdim. yolculuk mu? diye sordu buzdan adam, gözleri ufalmıştı. neden bir yolculuğa çıkmak istiyorsun ki? halimizden, baş başa hayatımızdan mutlu değil misin?

hayır, diye yanıtladım, o yüzden değil. çok mutluyum. iyi anlaşıyoruz. ama sıkıldım. uzak bir yere gitmek, daha önce görmediğim şeyleri görmek, farklı şeyleri denemek istiyorum. ne kastettiğimi anlıyor musun? üstelik hiç balayına çıkmadık. yeterince para biriktirdik, bolca iznimiz de var. arada rahat bir yolculuğa çıkmak hoş olmaz mı?

buzdan adam, derin, neredeyse donduran bir nefes verdi; ağzından çıkan buhar havada çıtırdayarak kristalleşti. uzun, kırağı kaplı parmaklarını kucağında birleştirdi. eğer bu yolculuğa bu kadar çıkmak istiyorsan, dedi, neden olmasın? yolculuk bence o kadar müthiş bir şey değil ama seni mutlu etmek için ne gerekiyorsa yapmaya, nereye gerekiyorsa gitmeye hazırım. depoda çok çalıştım, bir süre izin alabilirim. sorun olmaz. ama nereye gitmek istiyorsun ki?

güney kutbuna ne dersin? diye sordum. güney kutbunu seçmiştim çünkü buzdan adamın oraya gitmeyi isteyeceğinden emindim. ve gerçeği söylemek gerekirse ben de hep oraya gitmek, güney ışığını ve penguenleri görmek istemiştim. başlıklı bir parka içinde güney ışığının altında penguenlerle oynadığımı düşünmek içimde harika bir duygu uyandırıyordu.

buzdan adam gözlerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. bakışı, beynimi derinden delen sivri uçlu bir buz saçağı gibiydi. bir süre sessiz kaldı, sonra sesi bir anlığına yanıp sönerek, peki, dedi, eğer gerçekten güney kutbuna gitmek istiyorsan gidelim. gitmek istediğin yerin orası olduğuna emin misin?

başımla onayladım.

birkaç hafta sonra uzun bir izne çıkabilirim, dedi. sen de bu arada yolculuk için gereken hazırlıkları tamamlarsın. senin için de uygun mu?

cevap veremedim. buz saçaktan bakışı beynimi dondurmuştu, düşünemiyordum.

ama sonraki  günlerde güney kutbuna yolculuk fikrimi kocama söylediğime pişman olmaya başladım. neden öyle hissettiğimi bilmiyorum. sanki ben “güney kutbu”ndan bahsedeli beri değişmişti. gözleri daha delici, buz gibi bakışları eskisinden daha keskin, nefesi daha beyaz olmuş, parmakları kırağıyla daha fazla kaplanmıştı. eskisinden daha sessiz ve daha dik başlı olmuştu. ve artık hiç yemek yemiyordu, bu beni endişelendiriyordu. kararlaştırdığımız yolculuk gününden beş gün önce bir şey söylemek zorunda hissettim. güney kutbuna gitmeyelim, dedim. çok soğuktur, belki bize iyi gelmez. daha bildik bir yere, avrupa’ya, ispanya’ya ya da başka bir yere, gidelim. şarap içer, paella yer, boğa güreşi falan seyrederiz. ama kocam beni duymamazlıktan geldi. aklı çok uzaklardaymış gibi bir tavırla durdu bir süre, sonra bana döndü ve gözlerimin içine baktı. bakışı o denli derine girdi ki bedenim o anda orada yok olacakmış gibi hissettim. hayır, dedi buzdan adam kocam düz bir ses tonuyla, ispanya ilgimi çekmiyor. üzgünüm ama çok sıcak ve tozlu bir yer orası. yemekler de çok baharatlı. üstelik güney kutbuna biletlerimizi aldım bile, senin için de içi kürklü palto ve çizme aldım. onları ziyan edemeyiz, artık vaz geçemeyiz.

doğrusunu söylemek gerekirse korkmuştum. güney kutbuna gidersek başımıza kötü bir şey geleceğinden emindim. her gece aynı korkunç rüyayı görüyordum. bir yerde yürürken derin bir deliğe düşüyormuşum. kimse beni bulamıyor ve kaskatı donup kalıyormuşum. göğe bakar biçimde buzun içinde donmuşum. bilincim yerinde ama parmağımı bile kıpırdatamıyorum. her geçen an geçmişin bir parçası oluyorum. benim için bir gelecek yok artık, yalnızca sürekli biriken geçmiş var. herkes başıma geleni seyrediyor. geçmişe, ve benim gittikçe daha uzağa kaymama bakıyorlar.

uyandığımda buzdan adamı yanımda uyur buluyorum. uyurken hiç sesi çıkmıyor, sanki donmuş ve ölü. onu seviyorum ama. ağlamaya başlıyorum, göz yaşlarım yanaklarımı ıslatıyor. uyanıp bana sarılıyor. çok kötü bir rüya gördüm, diyorum. karanlıkta başını yavaşça iki yana sallıyor. yalnızca bir rüyaydı, diyor. rüyalar geçmişten gelir, gelecekten değil. rüyaların sana hükmetmesine izin verme, sen onlara hükmetmelisin.

doğru söylüyorsun, diyorum ona, ama o kadar da emin değilim.

en sonunda bir gün güney kutbuna giden uçağa bindik. yolculuğumuzu iptal için bir neden bulamadım. pilotlar ve hostesler yolculuk boyunca neredeyse hiç ağızlarını açmadılar. uçuş boyunca manzarayı seyretmeyi ümit ediyordum ama bulutlar o kadar kalındı ki hiçbir şey göremedim. zaten kalkıştan biraz sonra pencereler kalın bir buz tabakasıyla kaplandı. tüm bu zaman boyunca kocam sessizce kitap okudu. insanın yolculuk yaparken hep hissettiği o heyecan ve mutluluğu değil de yapmayı önceden kararlaştırdığımız bir şeyi yerine getiriyormuşuz gibi hissediyordum.

açılan kapaktan yürüyüp güney kutbuna ilk ayak bastığımızda kocamın tüm bedeninin titrediğini hissettim. göz kırpması kadar bir sürede, bir anın yarısında oluvermişti; ifadesi değişmedi, o yüzden kimse fark etmedi. ama benim gözümden kaçmadı. içinde sessiz ama yoğun bir çarpıntı oluştu sanki. gözlerimi yüzüne diktim. orada dururken başını kaldırıp gökyüzüne, sonra ellerine baktı, ve derin bir nefes verdi. bana döndü ve gülümsedi. demek gelmek istediğin yer burasıydı? diye sordu. evet, dedim.

güney kutbunun ıssız bir yer olacağını biliyordum ama hayal ettiğimden çok daha ıssız çıktı. neredeyse hiç kimse yaşamıyordu orada. hiçbir özelliği olmayan bir kasaba vardı yalnızca, içinde de yine hiçbir özelliği olmayan bir otel. güney kutbu turistlerin çok rağbet ettiği bir yer değildi. ne penguen vardı, ne de güney ışığı. bazen gelip geçenleri durdurup penguenlerin nerede olduğunu sorardım ama başlarını iki yana sallamakla yetinirlerdi. söylediklerimi anlamıyorlardı, ben de bir kağıda penguen resmi yapıp gösterdim, ama aldığım yanıt değişmedi—sessiz bir hayır. çok yalnızdım. kasabanın dışına adım atınca tek gördüğünüz buzdu. ne bir ağaç, ne çiçek, ne nehir ne de bir göl. buzdan başka bir şey yoktu—göz alabildiğince uzanan donmuş, bomboş bir arazi.

kocam öte yandan, beyaz nefesi, kırağı kaplı parmakları, ve saçak gözlerindeki uzak bakışıyla hiç yorulmadan bir oraya bir buraya seğirtiyordu. fazla zaman geçmeden dili öğrendi ve yerel halkla sert, buzdan seslerle konuşmaya başladı. yüzlerinde yoğun bir ifadeyle saatlerce konuşurlardı, ama neden bahsettikleri konusunda hiçbir fikrim olmazdı. kocam bütün bu yerden büyülenmişti. bir özelliği ona hitap ediyordu. önce rahatsız oldum bundan, unutulmuş, ihanet edilmiş, aldatılmış hissettim.

ama sonunda, bu sessiz buzdan dünyanın ortasında, içimdeki tüm güç yavaş yavaş akıp boşaldı. sonunda içinde bulunduğum durumdan rahatsız olan güç bile. duygusal pusulam yok oldu. yön, zaman, ve kimlik duygumu kaybettim. ne zaman başladığını, ne zaman bittiğini bilmiyorum, ama ben farkında olmadan o buz dünyasının sonsuz kışının içinde yalnız ve hissiz kilitli kalmıştım. ama tüm hislerimi kaybettikten sonra biliyordum ki güney kutbundaki kocam bildiğim kocam değildi. nasıl değiştiğini söyleyemem, çünkü hâlâ düşünceliydi ve bana kibar sözler söylüyordu. söylediklerinde ciddi olduğunu da eminim. ama öte yandan gözlerimin önündeki buzdan adamın kayak merkezinde tanıştığım buzdan adam olmadığını da biliyordum. ama kime şikayet edebilirdim ki? güney kutbundaki herkes onu çok seviyordu, benim söylediklerimin ise tek bir sözcüğünü anlamıyorlardı. beyaz nefesleri ve kırağı kaplı yüzleriyle konuşuyor, çevrelerine bakınıyor, o farklı tonlu dilleriyle şarkılar söylüyorlardı. otel odamda kapanıp aylar boyunca hiç açılmayan gri gökyüzünü seyrettim ve güney kutbu dilinin karmaşık dilbilgisini, hiç ustalaşamayacağımı bilmeme rağmen öğrenmeye çabaladım.

havaalanında başka uçak kalmamıştı. bizi getiren uçak ayrıldıktan sonra başkası inmedi. pist çoktan sert bir buz tabakasıyla kaplanmıştı bile. kalbim gibi.

kış geldi, dedi kocam. uzun, çok uzun bir kış. artık uçak gelmez, ne de gemi. her şey kaskatı dondu, dedi. yapabileceğimiz tek şey ilkbaharı beklemek.

güney kutbuna geldikten üç ay sonra hamile olduğunu fark ettim. tek bir şey biliyordum: doğuracağım küçük bir buzdan adam olacaktı. içim buz tutmuş, ince bir buz tabakası rahim sıvımla karışmıştı. o ürpertiyi karnımın iyice içinde hissediyordum. ve bir şey daha biliyordum: çocuğumun babasıyla aynı buz saçağından gözleri, onun gibi kırağı kaplı parmakları olacaktı. ve bir şey daha biliyordum: yeni küçük ailemiz artık güney kutbundan dışarı adım atamayacaktı. sonsuz geçmişin korkunç ağırlığı bizi yakalamıştı, bırakmayacaktı. üstümüzden atıp özgür olamayacaktık.

kalbim elden gitmek üzere. bir zamanlar sahip olduğum sıcaklık uzak bir yere çekildi. o sıcaklığın bir zamanlar var olmuş olduğunu bile bazen unutuyorum. yine de hâlâ ağlayabiliyorum. dünyanın en soğuk, en ıssız yerinde yapayalnızım. ağladığımda kocam yanaklarımı öpünce göz yaşlarım buza dönüşüyor. donmuş göz yaşlarımı soyup dilinin üstüne yerleştiriyor. seni sevdiğimi biliyorsun, diyor. söylediğinin doğru olduğunu biliyorum. buzdan adam beni seviyor. ama rüzgar donmuş sözcüklerini geçmişte hep daha geriye savuruyor. biraz daha ağlıyorum, buzlu göz yaşlarım çok çok uzak güney kutbundaki donmuş küçük evimizde hiç bitmemecesine gözlerimden boşanıyor.

ingilizceden çeviren: ethem alpaydın

[ethem alpaydın’ın blogundan alınmıştır.]

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir