Çeviri Öykü
Gassan Kanafani – Ötekilerin Omuzları
Restorana giderken yeni bir dünyada yürüdüğümü hissettim, içindeki her şeyle yeni, hava güneş insanlar, restorana giderken, her gün geçtiğim yol artık alışıldık bir şey değildi, o da yeni bir şeydi, sanki orada ilk defa yürüyordum…
İşlerin bu kadar kolay biteceğini bilseydim, çoktan bitirirdim… Sadece bir kelime ve her şey omuzumdan indi, sanki önceleri kapalı olan bir pencereden fırladım ve insanların geri kalanı gibi oldum… Ciğerlerim genişledi, birdenbire, nefes almak, sadece nefes almak oldu, bir zevk işi!
Bu nasıl oldu? Şimdi bana öyle geliyor ki, bastıran bir gücün etkisiyle oldu, o güç ben değildim ya da aslında bendim, ama korku olmadan. Ofisinde onun önünde durdum, geçen beş ayda bana dört defadan fazla tekrar ettiği şeyleri söylemek için beni çağırdığını biliyordum: Riyad… Partideki işlerini korkunç bir şekilde ihmal ediyorsun… Kafan beş aydır başka bir yerde, sanki artık bizimle değilsin… Bunu sana dört defa söyledim, son uyarıyı hâlâ erteliyorum, çünkü sağlam kumaşsın…
Hep böyle konuşur, böyle konuşurdu, önünde titrememe neden olan aynı kelimeler: “Korkunç bir şekilde!”, “Kafan başka yerde” ve “Sağlam kumaş” bütün bunlar o anda bana kötü yapım cam gibi parça parçaymış gibi geldi, buna rağmen lastik ipler dilimi içeri doğru çekiyordu, şaşkın bir halde masasında küllük arıyordum…
– Neyin var?.. Partiden ayrılmak mı istiyorsun?
– Evet…
Bunu birdenbire söyledim, durduramadan erteleyemeden ya da başka bir şeyle boyayamadan, ama dudaklarımdan fırlar fırlamaz lastik ipler parçalandı, pencere açıldı ve artık umursamadım… Ona baktığımda artık başka bir adam olmuştu, orada duran, beni ilgilendirmeyen, başımda ya da omzumda bir sandalyesi olmayan ötekiler gibi biri…
Sadece bir kelime ve her şey betonun üstüne düşüp yok oldu… Kapıyı ardımdan çarptığımda kesinlikle pişmanlık yoktu… İnsanlar karşı kaldırımda, benim gibi yürüyordu, omuzlarında ağırlık olmadan…
Üç yıldır ben, omuzlarımda tam bir yük taşıyorum… Sanki hayatında o yükü taşımak ve onun altında taşların ve dikenlerin üstünde yürümekten başka işi olmayan bir adamdım, sanki hayatın hepsi, benim olmayan bir hayatın hamalı olmaktı… Bu üç sene boyunca ötekiler, kendilerinin olan bir hayatı yaşıyordu, omuzlarında ağırlık yoktu, yalnızca hayat, o ağır aptal bağ olmadan… Hayatı neden onların seçtiği gibi seçemedim? Bu daha önce hiç düşünmediğim bir soru… İçimde hissettirmeden büyüdü, olgunlaşınca da dudaklarımdan soğuk bir şekilde döküldü.
– Partiden ayrılmak mı istiyorsun?
– Evet…
İşte şimdi pencerenin dışında, geri kalanlar gibi, karşı kaldırımda yürürken gördüğüm, giden, gelen, birbirinin aynı, binlercesi gibi… Hiçbir hüzün olmadan, hiç pişmanlık duymadan… Renksiz bir sisten bir yoğunluk, sadece… Renkli kravatların sergilendiği bir vitrinin önünde durunca, kafamın içinden bir soru geçti: “Acaba ben sadece kurtulduğum için mi mutluyum… Yoksa rahatça ve pişmanlık duymadan kurtulduğum için mi?” Kravatlar renkli ve gösterişli, soru ise saçma ve yersizdi… Vitrinin köşesinde kırmızı benekli beyaz bir kravat, gümüş sedeflerin üstüne özenle bırakılmıştı “İnsanın ömrünü ona adadığı bir şeye inanarak yaşaması şart değil… Hayat sadece hayattır, insanların yaşadığı gibi…” Kel bir adam yanımda durup vitrinin iç camına yapıştırılmış kravatlardan pervaneye bakmaya başladı, büyük bir kelebeğin kanatlarına benzetilmişti: “Bunun gibi mesela, yaşadığı gibi yaşarım, ağır olan hiçbir şeye mecbur kalmadan…”
Vitrini bıraktığımda, mutluluk bana daha açık bir şekilde geri geldi, insanlar yanımdan geçiyordu, hiçbir şeye mecbur olmadan, ben de onların yanından geçiyordum, hayatı, uzun zamandır, bu haliyle keşfedememiş olmama şaşırdım…
Ebu Selim’e kadar… Restoranın ihtiyar çalışanı gözlemeye değer yeni bir insandı, önüme yeni temiz bir örtü açtı, avuçlarını beyaz önlüğünün üstünde kavuşturup beklemeye başladı…
– Önüme koyacağın her şeyi yiyeceğim…
Ebu Selim gülümsedi, sık bıyıkları üst dudağını gizliyordu, gri kaşları çok güzel bir burnun üstünde kavuşuyordu, altlarında iki küçük göz parıldıyordu, kısa ve kaba sakalının her zaman aynı uzunlukta olduğunu farkettim, küçük keli bu defa yeşil, kırmızı ve sarı renklerle işlenmiş bir şapkanın altında kayboluyordu: “İşte bu, burada istediği gibi yaşayan bir insan… Tam olarak, onun yanı sıra, restoranın alt duvarını her dakika vuran deniz dalgalarının yaşadığı gibi… Dalgalı sulara bakan cam pencereler gibi… Ötekilerin yükünü taşımadan… Bir şeye mecbur olmadan… Uzun yıllar burada, ama onun yılları, hepsi onundu, doğal bir şekilde ve ağırlık olmadan onun…”
Öğle yemeğimi altı aydır her gün bu restoranda yememe rağmen Ebu Selim’i nasıl da keşfetmediğime şaşırdım… Denizi bile, restoranın duvarını vuran denize daha önce bakmamıştım: Köpük köpük kaynıyordu ve öfkeliydi, bütün bunlara rağmen, yüreğe yakın bir şeydi ve korkutmuyordu…
“Ona ‘evet’ dediğim zamanki yüzünü görebilsem ömrümün yirmi gününden vazgeçerim… Tam yirmi gün, afallayan gözlerinin dönüşünü bir kez daha görebilsem…”
İzmariti suya bıraktım, suyun üstüne bir an taştı, sonra öfkeli telaşın içinde kayboldu, köpüğünü duvara taşıyan, sonra yenilmiş bir halde suyun içine katlanarak kaybolmak üzere geri dönen dalgalara bakarken bir sigara daha yaktım: “Bırak bunları… Boş bir hayat yaşamak istiyor musun?.. Ebu Selim gibi?.. Açıklaması olmayan bir oyun…” Karşı masada yemeğini henüz bitiren bir adam, geriye yaslanıp küçük bir tahta parçasını dişlerinin arasına geçirmeye başladı: “Sen sadece değiştirdiğin için mutlusun, ayrıldığın için değil…” Adam el çırptı, Ebu Selim ona doğru gitti ve hesaplaşmaya başladılar. “Hep böyle olur… Bir düşünce geri bir düşünce ileri… Beni başkaları gibi olmaktan alıkoyan ne?” Bir an ona geri döndüğümü düşündüm, masasının önünde elimi karnımın üstünde bükerek durdum: (İşte şimdi köpek gibi geri döndüm!) Hayır! Bu hiçbir zaman olmayacak…
Sigarayı pencereden bıraktım, köpük onu duvara taşıdı, sonra da katladı ve elimi yeniden sigara paketine uzattım.
– Yeni bir tane yakmasanız daha iyi olur Riyad Bey, yemek geldi…
Ebu Selim bunu gülümseyerek söyledi, sonra etrafımda döndü ve başka bir masadan aldığı bir parça ekmeği pencereden bıraktı, alçak sesle bir şeyler söyledi sonra tabakları düzenlemeye başladı.
– Ne dedin Ebu Selim?
– Afedersiniz, sizinle konuşmuyordum, balıklara seslendim…
– Balıklar mı?
Şaşkın şaşkın sordum, yüzünü görmek için döndüm: Balıklara seslendiğini mi söyledin?
Sakin bir şekilde cevap verdi: Evet…
– Şimdi balıklara ne söyledin?
Tabakları düzenlemeye devam etti, sonra önüme bir ekmek koyarken ‘İyilik yap… Ve denize at’ dedim… dedi.
Bu tür sorulara cevap vermeye alışmış gibi göründü bana, bu yüzden sesinde yeni bir şey söyleyen birinin taşıdığı nağme yoktu, kanaat ve sıradanlık vardı…
– Ekmeği balıklara her zaman mı bırakıyorsun?
Müşterilerin masasında kalan parçalar… Balıklar onları çöpten daha çok hak ediyor… Balıkları yirmi yıldır beslerim…
Sesinde uzak bir gurur tınısı vardı, ama bana bakmadı, aksine peçeteyi uzatıp ince yapılı başını salladı ve başka bir masaya doğru gitti…
Bir lokma yedim… Ancak düşünce hâlâ kafamda dolanıyordu, kalktım, pencereden dalgaların arasında iki kayanın oluşturduğu koşuşturan bir gölcüğe baktım, dağılmış ekmek parçaları yüzeyinde salınıyordu, etrafında halkalanmış gümüş balıkları görebiliyordum…
Yemeğime geri döndüm, yine de, yirmi yıldır bu işi yapan Ebu Selim’in huzurlu yüzünü düşünmekten kendimi alamıyordum, bütün bunlar bana göre rahatsız ediciydi: “İyilik yap denize at…”. Dehşet derecesinde tuhaf bir şey… Yirmi yıldır o, iyilik yapıp denize atıyor! Acaba, ekmeği balıklara atmayı bıraksa… Bir şey kaybedecek mi?
– Ebu Selim!..
Hemen onu çağırdım, elinde boş bir tabakla yaklaştı ve karşımda durdu.
– Ama balıklar Ebu Selim, onlar milyonlarca… Sen hepsini doyuramazsın…
Bana garipseyerek baktı, sanki balık hikâyesini unutmamı bekliyordu… Tabağı yandaki masanın köşesine bırakmak için biraz eğildi, sonra karşıdaki sandalyenin arkalığına yaslandı: Yapabildiğim kadar Riyad Hoca, yapabildiğim kadar… Ben hepsinin beslenmesinden sorumlu değilim… Ama bu onları çöpe atmaktan daha iyi… Değil mi? dedi.
Tabağı aldı, yürümeden önce bana doğru döndü ve gülümseyerek başını salladı… Bana göre, her şey, rahatsız ediciydi.
Yemeğimi hemen yedim, şeyleri yerine koyamıyordum… Ebu Selim’i çağırdım ve sakin bir halde yaklaştı, eliyle hesabı uzattı, sakin yüzünde gururlu bir huzur vardı, bana sanki bedeniyle yoğrulmuş gibi geldi, böylece kendimi itilmiş gördüm, her şeye rağmen: “Balıklara ekmek atmayı bırakmalısın Ebu Selim” demeye.
İhtiyar yüzü sakin kaldı, sonra sordu: Balıkları beslemeyi neden bırakayım?
Sorusunda keskin ve derin bir alay tınısı sezdim, buna rağmen kendimi tuttum: Sen ekmeğin balıkları öldürdüğünü bilmiyorsun…
Ellerini yana düşürdü, sonra kıvranarak sordu: Balıkları mı öldürüyor? Ekmek balıkları mı öldürüyor? Nasıl?
Bir rahatlama hissettim. Ve yalana bir tur daha devam ettim: Balıklar ekmeği sever, bu yüzden hemen onu yemeğe gelir, ancak ekmek midesine girdikten dört saat sonra onu fıtık eder ve ölür…
Bir an denize baktı, sonra yanındaki masaya dayandı, küçük gözleri titriyordu: Ama neden? Parmakları masa örtüsünün üstünde kasılıp ayrılırken, yorgun bir sesle sordu.
– Neden mi? Neden olduğunu bilmiyorum! Ama bunu uzun zaman önce okulda öğrendik, ekmek balıkları öldürür.
Abu Selim etrafına bakındı, sonra küçük gözlerini doğrudan gözlerime dikti: Ama balıklar ekmeği yiyor…
– Evet… Balıklar ekmeği sever, ama ekmek balıkları öldürür…
– Öldürür mü?
Nasıl devam etmesi gerektiğini bilmeden sordu, başımı salladım, o ise parmaklarını masa örtüsünün üstünde kasmaya ve suya bakmaya devam etti, küçük gözlerindeki hüznü, cılız ve şaşkın ellerindeki kederi hissettim…
– Bunu daha önce bana kimse söylemedi…
– Bu sadece üniversite öğrencilerinin bildiği bir şeydir…
– Ekmek balıkları mı öldürür?
– Evet…
Uzaktan bir müşteri söylenerek el çırptı, ama Abu Selim onu görmezden geldi, içimden: “Bu belki de yirmi yıldan beri ilk kez oluyordur” dedim, bir öfke duydum, Abu Selim ise üzgün bir halde, bana bakıyor, sonra suya, sonra yere bakarak oyalanıyordu…
– Yirmi yıl boyunca ekmeği balıklara bıraktım…
– Yirmi yıl mı?
Başını hüzünle salladı: Evet, yirmi yıldır, her gün, her gün…
Yandaki masadan bir tabak alıp önlüğünün ucuyla sildi, sonra fısıldarken yüzünü sakladı, sanki kendine söylüyordu: Balıkların ekmeği sevdiğini sanıyordum… Beni de…
Başını acıyla salladı, bu arada müşteri bir kez daha öfkeyle el çırptı: Yirmi yıl, her gün… Her gün…
Başını kaldırınca, kısa ve kaba sakalının tüyleri arasında ağır ağır süzülen yaşlar göründü…
– O halde öyle… Öyle…
– Ne?
– Balıkları yirmi yıldır öldürüyordum…
Dudaklarımı öfkeyle kaparken başımı salladım, yemeğin parasını masaya bıraktım ve yeniden caddeye çıktım…
Gassan Kanafani
Arapçadan çeviren: Müzeyyen Çiçek
Desen: Emine Bora
Duvar dergisinin 3. sayısında yayımlanmıştır.