Röportaj
Emin Gürdamur – Herkesten Sonra Gelen
Soru 1: ‘’Herkesten Sonra Gelen’’ Öykü kitabınızda ilk dikkatimi çeken Cazu Öyküsü. Cazu Öyküsünde binlerce yıl önce mit formunda ortaya çıkan batıl inanç ve bugün hala insanlar üzerinde etkili olan daha çok halk masalları, Binbir Gece Masallarında anlatılan cin, peri, cadı ve ejderha gibi efsane ve genel olarak gerçek dışı olduğu kabul edildiği halde hoşa giden hurafe var. Hurafeler öykülerde sıra dışı bir anlatım tekniğiyle öyküye ayrı bir zenginlik ve mistik bir hava katmaktadır. Masalların ve hurafelerin öykücülüğünüzü beslediğini düşünüyor musunuz?
Öncelikle şunu belirtmek isterim. Aklımızın sınırlarını aşan gerçekliklere “hurafe” diyerek kendini güvende hissetmek gibi modern bir alışkanlığımız var. Zaten bizi geleneksel dönemin algı ve duyuş düzeyinden ayıran nokta da bu sanırım. Eskiden insanlar cinlere, perilere, devlere, cadılara yaşadıkları hayatın gerçek bir parçası olarak inanırlardı. Onların bu hikâyeleri anlatmaları/dinlemeleri ile bizim bu hikâyeleri konuşmamızın arasında dağlar kadar fark var. Biz büyüsü insan eliyle bozulmuş, can sıkıcı bir determinizm toprağında büyüdük. Muhayyilemizin tekdüzeliği, hayatımızın renksizliği biraz da bundan. Yaptığımız binalardan yazdığımız metinlere kadar sirayet eden derin bir teslimiyet bu. Neye teslimiyet? Gerçekliğe. Hâlbuki edebiyat, tam da bu gerçekliği yarma niyetiyle hareket eder. Kaldı ki bizler fantastik edebiyata, gerçeküstücü metinlere, mistik anlatılara kaynaklık edecek büyük bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. Ben de birçok yazar arkadaşım gibi bazen bilinçli bazen gayriihtiyari, bu imkânlardan yararlanıyorum. Masallar, destanlar, halk hikâyeleri sadece kalemimizi beslemekle kalmaz, bilincimizin sınırlarını da alabildiğine esneterek, gerçekle temas kurma olasılıklarımızı artırır.
Soru 2: Öykülerinizin Sait Faikvari bir içtenliği var; onun gibi insana candan, yakından bir bakışı hemen fark ediliyor. Ayrıca öykülerinizde birkaç tekniği birlikte kullandığınız görülmekte. Öykülerinizde bilinç akımı, geriye dönüş ve iç monolog gibi teknikleri şiirsel bir tarzda kullanmaktasınız. Ama genel olarak öykülerinize baktığımızda kapalı bir anlatım mevcut. Yer yer öyküleriniz betimle fazlalıkları göze çarpmakta. Öykülerinizdeki kapalı ve imgelerle örülü anlatımının okuyucuya biraz mesafe koyduğunuz hissini uyandırdı bende. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Teşekkür ederim. Sait Faik’in içtenliğiyle birlikte anılmaktan ancak kıvanç duyarım. Öykülerin her birinde farklı kişileri anlattığım için o kişilerin hayat deneyimleri, doğal olarak metnin üslubuna, tekniğine de müdahil olabiliyor. Bu açıdan kuralsız, plansız yazan biriyim. Öykü kendi isteği doğrultusunda aksın diye aradan çekilmeye özen gösteririm. Her zaman muvaffak olamasam da buna dikkat etmeye çalışırım. İmgenin bir kapalılığa mı açıklığa mı tekabül ettiği meselesi çok tartışılır. Dilin düz anlamındaki açıklığın bir tür örtme olduğunu, imgesel ifadenin ise içe doğru açma niyeti barındırdığını düşünüyorum. Mesafeyle kastettiğiniz şeyi belki şuna benzetebiliriz: Kollarınızı bir dostunuza açtığınızda o an itibariyle diğer dostlarınıza mesafeli olursunuz. Bu gerçek anlamıyla bir mesafe değildir. İmgesel öykülerin dışında kalanlar, sadece bu kucaklaşma anından mahrum olanları andırıyor bana.
Soru 3: ‘’Kum Kesiği’’ öykünüz bana Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanını anımsattı. Bildiğiniz gibi roman ve öykü alanında yazım sürecindeki yazarların en çok karşılaştığı durum her konunun her olayın öyküsünün anlatılmış ve yazılmış olması. Şüphesiz her şey yazıldığı için yazma eyleminden vazgeçmeyeceğimiz gibi önemli olan bizim var olan hikâyenin üstüne neler kattığımız. İç monologlarla anlattığınız Kum Kesiği öyküsünü bilinen bir roman ekseninde yazmak sizi endişelendirdi mi? Yazdığınız öykülerde tekrara düştüğünüzü düşündünüz mü?
Öykülerimi bir roman fikriyle yazmam. O yüzden “Kum Kesiği” bir öykü olarak niyetlendi ve ortaya çıktı. Tatar Çölü mütemadiyen etkilenmeye devam ettiğim romanlardan. Teğmen Drogo ile akrabalık kuranlardanım. “Kum Kesiği”nde o dönem itibariyle yeni bir şey denemiştim ve henüz tekrara düşme endişesi taşımaktan uzaktım.
Soru 4: Kitabınızdaki öykülere baktığımızda ‘’Züleyha’’ tek kadın karakteri mevcut. Daha doğrusu öykü merkezinde kadın olan tek öykü. ( Örneğin Cazu’da Asiye, Pusu’da Ayla yan karakter olarak anlatılmaktadır.) Sizin gibi öykülerinde şiirsel dil, düşündürücü, çarpıcı kurgularla ve yoğun psikolojik tahlilleriyle yazan bir yazarın kadın temasının biraz daha öne çıkartması gerektiğini düşünüyorum. Sizce merkezinde kadının olduğu öyküler (erkek yazarlar tarafından yazılan öyküler) edebiyatımızda yeterince yazıldığını düşünüyor musunuz?
Dediğim gibi her öykü kendi şartlarını, dilini, eksenini, kahramanlarını dayatıyor. Kafamda beliren niyet, şayet kadın tiplerini ikincil tutuyorsa onların orada durması gerekir. Başta tutuyorsa başta olmaları gerekir. Bununla ilgili herhangi bir dışsal tesirin, teorik atmosferin öykümde belirleme yapmasına izin vermiyorum. Kadınlar hem yazar olarak hem karakter olarak günümüz öykü dünyasının oldukça merkezinde duruyor. Bu açıdan bir eksiklikten söz edilemez. Anlatıların başarısı ise ayrı bir konu ve bu bakımdan kadın ve erkeklerin kaderi birbirinden ayrışmaz bence.
Soru 5: Bir söyleşide size öykülerinizin bulunması, toplanması ve yazım süreciyle alakalı sorulan bir soruya, Sait Faik’in kahvelerde öykü aramasından bahsederek hayatı bir mobese kamera gibi yaşamadığınızı söylüyorsunuz. Oysaki Calvino hareketin olduğu yerde öykünün var olabileceğini söylemektedir. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu benim fikrim. Onlar da onların fikri. Ben edebiyatın araçsallaştırılması durumunda hayatla arasına mesafe gireceğini düşünüyorum. Edebiyatla kurduğum ilişki, bütün kuramsal, kanonik notların ötesinde kendi hâlinde, şahsımla sıkı sıkıya bağlı bir süreç arz ediyor. Cevaplarım da bu patikada kendi yorumlarımdan, tecrübelerimden ve hassasiyetlerimden oluşuyor.