Connect with us

Öykü

Cesim Türköz-Cevher Cevahir

Haziranın ilk haftası. Güneş batmak üzere. Akşama dönüyor gün. İnsanın içini kıpır kıpır eden, mevsimin en güzel günleri. Çiftler, genç gruplar, turistler bir nehir gibi akıyor. Caddeden sokaklara, sokaklardan caddeye taşan kalabalıklar aralıksız hareket halinde. Müzik sesi, yüksek sesli konuşmalar, şen kahkahalar, bağırışlar birbirine karışarak kimsenin umursamadığı bir gürültüye dönüşüyor.

Kalabalıktan sıyrılıp sağdan üçüncü sokağa sapıyorum. Gelmiş mi diye durup bir süre bakınıyorum. Kaldırıma çekilmiş masalardan birine oturmuş. O da ayağa kalkmış bana bakıyor, gülümseyerek gel işareti yapıyor. Aradığımı bulmanın huzuruyla masaya yöneliyorum. “Çok beklettim mi?” diyorum. “Yok abi, yeni geldim,” diyor. Bira söylüyoruz. Çok geçmeden, camı buğulanmış buz gibi biralarımız geliyor. Keyifle yudumluyoruz. Karanlık çöküyor. Sokağın kalabalığı daha da artıyor. Ayakta dikilip boş masa bekleyenler, masadan kalkanların yerini hemen dolduruyor. Gece yeni başlıyor bizim için. Cevher, hangi kadınla nasıl tanıştığını, nerede yattığını, nasıl ayrıldığını anlatıyor. Mesleklerine kadar, hiçbir ayrıntıyı ıskalamadan. Ufaktan bana çapkınlık dersi veriyor. “Abi bunları öğren, çok mühim.” Kimseyle paylaşmamam konusunda beni sıkı sıkıya tembihleyerek, o muhasebeci kadınla, Beşiktaş’taki bürosunda seviştiklerini söylüyor. Şaşırıyorum. “Hiç ummazdım ondan,” diyorum. Sol gözünü kısıp gülümseyerek süzüyor beni. “Abi sen seksenlerde kalmışsın,” diye devam ediyor, “Öyle bakma, hiç kimse göründüğü gibi değil, üstünü kazarsan neler çıkar ortaya. Neyse şaşırtmayayım seni, devam edelim.” Sonra birasını iştahla yudumlayarak, gürültülü karmaşaya kulak kabartıp içinden seçtiği müziğe eşlik ediyor. Arada gözüne kestirdiği kadınları süzüyor. “Abi çok kısmetsiz adamsın, tanıdık biri geçmiyor ki sokaktan.” İkimiz de gülüyoruz.

Biralarımız tazeleniyor. Ben sarhoş olmamaya dikkat ediyorum. Onun için sınır yok, içebildiği kadar içiyor. Sohbetimiz tam koyulaşmışken bir adam beliriyor karşımızda. Saçı sakalı beyazlaşmış, bir ayağı aksak, omuzları düşük, kamburlaşmış sırtında bir çantayla. Fakat gözleri kartal gözleri gibi keskin. Cevher’le kısa bir bakışması oluyor. Ardından kendinden emin, ciddi yüz ifadesinden ödün vermeden sırtını dönüp aksayarak ağır ağır uzaklaşıyor bizden. Pek memnun olmamış, sırası mı şimdi der gibi bir ruh hali yansıyor Cevher’in yüzüne. Gözden kaybolunca bana soru sorma fırsatı vermeden aniden kalkıyor masadan. “On dakika sonra geliyorum abi,” deyip peşinden gidiyor adamın. Gecikiyor. Sıkılıyorum beklemekten. İçimden küfürler ederek tam kalkmak üzereyken geliyor. Kızarak nerede kaldın diye çıkışıyorum. Önce elindeki poşeti aceleyle çantasına sokuşturuyor. Sonra iki eliyle elimi sıkıyor. “Abi özür dilerim, seni çok beklettim.”

“Kimdi o adam?” diye soruyorum.

Burun kıvırır gibi yapıyor, “Ya işte babamın eski teşkilatından, teşkilatın dergisini çıkarıyor, dükkânı açık tutuyor ne olacaksa. Babamın arkadaşı ya, kıramıyorum da.” Söylediklerinden pişmanlık duyar gibi oluyor. Sonra ciddileşerek anlatıyor. Sesini kısıp bana doğru eğilerek, “Bakma sen şimdiki haline, çok sıkı adamdır. Çok direnişlere, çatışmalara katılmış. Sol dizinde kurşun hâlâ duruyor. Ön yedi yıl hapis yatmış. Açlık grevlerinde, cezaevi direnişlerinde hep öndeydi,” diyor. Belli ki saygı duyuyor. Çok kararlı oluşundan, eski çizgisini inatla sürdürmesinden hayranlıkla söz ediyor. Cep telefonu kullanmadığını, adresleri, telefon numaralarını hep ezberinde tuttuğunu anlatıyor. “Devrimden bir milim şüphe etmiyor. Devekuşu gibi,” diyor. “Hem hayranlıkla söz ediyorsun hem de devekuşu diyorsun.” Alayla gülümseyerek “Ama öyle, çağımızda cep telefonu kullansan ne olur kullanmasan ne olur,” diye cevap veriyor.

Adamdan aldığı poşeti soruyorum. “Yoksa sen de mi illegal takılıyorsun?” diyorum.

“Yok abi, işim olmaz, ben anarşist ruhluyum, öyle disipline gelemem,” diyor. Poşeti koyduğu çantayı göstererek ekliyor: “Bildiğin şeyler… Yasal bir dergi, birkaç kişiye vereceğim o kadar.”

“Parayla mı vereceksin dergileri?”

Gülerek, “Evet,” diyor.

Cevheri’n babası da o adamla aynı örgütte yer almış, aynı davadan yargılanmış, işkence görmüş, aynı cezaevinde yatmışlar. Cezaevinden çıktıktan bir süre sonra hastalanıp ölmüş. İsmini Cevahir koymuş ama nedense Cevher diye kaydedilmişti nüfusa Cevher, babasının arkadaşları diye arada böyle görevler yükleniyor. Buna, “Babaya vefa,” diyor.

Daha önce anlatmadığı tüm hikâyesini bu gece anlatıyor bana. Çocukluğundan İstanbul’a gelişine kadar. İçtiğimiz biralar etkisini gösteriyor, gözlerim kızarmış, dilim peltekleşmiş. Sadece dinliyorum. Soru soracak mecalim kalmamış.

Saatler ilerleyip kalkma vakti geldiğinde, “Artık kalksak,” diyorum. İtiraz edecek gibi oluyor ama dinlemiyorum onu. Kalkıyoruz. Her zaman olduğu gibi hesabı ben ödüyorum. Ne zaman beraber içsek hesabı ödedikten sonra, “Gelecek sefere ben öderim,” der. Bu kez de tam söyleyecekken ben atılıyorum, “Gelecek sefere sen ödersin,” diyorum. Gülüyor. Sokakların loş ışığında yürüyoruz. Neşeli kahkahaların, müziğin ritmine göre dans edenlerin, zilzurna sarhoş olanların ısrarlı ama asla anlaşılmayan konuşmaları arasında yavaş yavaş ilerliyoruz. Tüm vücudum ağırlaşmış, yalpalayarak adım atarken istemsiz gülüyorum. Telefonu çalıyor. Uzun zamandır beklediği bir haber aldığı belli. Bir-iki sitem ve hal hatırdan sonra, “Tamam, yarın Etap Marmara’nın önünde, on birde görüşürüz,” deyip kapatıyor telefonu. “Yarın işe başlıyorum. İki ay dizi setinde çalışacağım. Çok iyi oldu. Kira borcu, bakkal borcu birikmişti,” diyor. Bu haber rahatlatıyor onu. “Elden aldığın borç yok mu yoksa sosyal yardım mı sayıyorsun bu borçları?” diyorum Yüksek sesle kahkaha atıyor. Sonra, “Abi şu sağda güzel bir bar var, takılalım mı?” diyor. “Oğlum ayakta duracak halim yok, sen Cihangir Parkı’nda devam edersin,” diyorum. Konuşa konuşa ayrılma noktamız olan Tünel Meydanı’na varıyoruz. Hafiften omzuma dokunarak, “Abi sanat yönetmeni olan arkadaşımı seninle tanıştıracağım. Şimdi Çanakkale’de sette. Güzel bir kadındır, anlaşırsınız. Gelince mutlaka,” diyor. Ne demek istediğini anlıyorum. “Tamam, şuradan sana bir şarap alayım, biraların cilası olsun,” diyorum. Yalancı bir mahcubiyet takınıyor, “Yok abi, yanlış anladın beni,” diyor. Ucuzundan bir şarap alıyorum ona. Bu defa kendini acındırarak, “Hiç param da yok, söz ama borcum olsun,” diyor. Yüzüne bir süre bakıyorum, içimden amma da sıktın diyorum. Yüz lira da para veriyorum. Gülüyorum, “Sosyal yardım diye geçersin,” derken. Bu defa mahcup ama memnun bir gülümseme beliriyor yüzünde. Ayrılıyoruz. İnsanı bir girdap gibi içine çeken Beyoğlu’nun ışıltılı hayatı, en canlı saatinde. Cevher gide gele ayak izlerini bıraktığı sokaklarda kayboluyor. Bense Şişhane’ye doğru yürüyorum. Haliç sessiz, karanlık ve durgun. Yansıyan ışıkları adeta içine hapsetmiş gibi.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir