Öykü
Azize Yıldız – Kehf ver’r-rakıym
Yerleşim alanlarından uzak bir yerde karanlık bir mağarada birkaç genç insan derin bir uykuya dalmışlar, fakat uyanık gibi görünmektedirler. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta ve sanki onları korumaktadır. Belki de köpeği, kendilerini vahşi hayvanlara karşı koruması için yanlarına almışlardı. Saç ve sakallarının uzaması gibi bazı fiziksel değişiklikler, dışarıdan bakanları korkutacak bir manzara oluşturmuş, uzun uykuları müddetince bedenlerinin zarar görmemesi için Allah tarafından sağa sola döndürülmüşlerdir. (Kehf/18*)
‘’Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu*.
Tanrının kutsal sesi ölüm sessizliğine bürünen karanlık mağaranın nemli duvarları arasında yankılandı. Mağaranın girişinde yatmakta olan uykusundan sıçrayarak uyandı. Sesin nereden geldiğine kulak kabartarak kulaklarını dikleştirdi. Mağaranın içine doğru yürüdü. Karanlıkta hareketleri kolaylıkla algılayabilen gözleriyle yavaş yavaş etrafına bakmaya başladı. Mağaranın içinde yaşama dair bir ize rastlayamadı. Maximilian ve arkadaşlarının yattığı yerler de boştu. Önce havayı, ardından kireçtaşları ile kaplı mağaranın yüzeyini ve duvarlarını kokladı sahibinden bir iz bulabilmek umuduyla. Burnuna rutubet ve nem kokusu dışında bir koku gelmedi. Ürkek adımlarla dışarıya çıkmaya karar verdi. Mağaranın girişine geldiğinde gözlerine değen güneş ışığına alışabilmesi için kısa bir süre beklemek zorunda kaldı. Maximilian’ı bir an önce bulmak arzusuyla güneş ışığına alışan gözleriyle dik yokuştan aşağı doğru inmeye başladı. Orman yolundaki dar bir patikadan geçip, cılız otların arasından koşarak şehrin yolunu tuttu. Etrafına bakmıyor, durmadan yürüyordu. Köpeklerin yaptığı gibi sadece havayı kokluyordu. Bütün gün boyunca durmadan yürümüş, susamış ve acıkmıştı. Yorgunluktan bitkin, dili dışarıya doğru sarkmış bir halde hava kararmaya başladığında ancak şehre varabildi. Şehrin sokaklarında gözleri yuvalarını kaybetmişçesine sağa sala döndürerek Maximilian’ı bulmaya çalıştı. Hangi yöne gideceğini kestiremeden sokaklarda tırıs tırıs dolaşarak şehrin eğri büğrü sokakları arasında duvarları kokladı, bir süre aylak aylak dönüp durdu. Sahibinden hiçbir iz, bir koku alamamıştı. Burnunun artık kendisine ihanet ettiğini düşüncesine kapıldı. Gece yarısına doğru açlıktan ve yorgunluktan başı dönmüş bir halde bulduğu ilk harabede kıvrılıp uykuya daldı. Güneş doğduğunda yarı uykulu yarı uyanık bir halde uyuduğu harabede kendi iniltisiyle uykusundan sıçradı. Harabeden ürkek adımlarla dışarı çıktı. Bir bilinmezliğin ortasına düşmüş gibiydi. Güneşin cılız ışıklarıyla aydınlanan şehirde gördükleri karşısında ile içine düştüğü dehşetin farkına varabildi. Doğup büyüdüğü, gezdiği sokaklardan çok uzakta olduğunun üzüntüsü içinde inleyerek yanlış bir şehre geldiğini anladı. Oysa her zamanki orman yolundaki patikandan doğruca şehre gelen yan yoldan yürümüştü. Farklı yollara da sapmamıştı. Kendisine ait olmadığa kanaat getirdiği şehirde eski yaşamından eser yoktu. Koca koca evler, ışıklı tabelalı dükkânlar, gökyüzündeki bulutların kalbini delen yüksek cam gözlü binalar, ağaçsız, kuşların şen şarkılarından yoksun betonlarla kaplanmış sokaklar, caddeler ve atların çekmediği dört teker üstünde giden metal arabalar. Gördükleri karşısında korku içinde caddelerde bir o yana bir bu yana koşturmaya başladı. Korkudan titreyerek yorgun argın halde şehrin meydanda durdu. Çok acıktığını hisseti. Meydanda burnuna çeşit çeşit kokular geldi. Taze pişmiş sıcak ekmeğin kokusu açlığını daha da arttırıyordu. Yalpalayarak ekmek fırınına doğru gitti. Fırında görünürlerde kimseler yoktu. Fırından içeri girmeye karar verdiği sırada karşılaştığı manzara karşısında kısa bir süre şaşkın şaşkın bakakaldı. Ayağıyla gözlerini ovuşturdu. Tekrar tekrar baktı. Ekmek fırınında iki ayağı üstünde insan elbiseleri giymiş bir köpek karşısında durmaktaydı. Uzun bir müddet gözlerini köpekten alamadı. İnsanlar gibi giydiği elbiselerine, iki ayağının üstünde durmasına baktı şaşkın gözlerle. Karşılaştığı manzara çarşısında şaşırsa da içten içe sevinmişti. Midesinde hissettiği şiddetli açlık ile taze ekmeğin kokusuyla şaşkınlığını ve halsizliğini unutup yavaşça fırından içeri girdi. Kuyruğunu sallayarak fırında çalışan elbiseli köpeğe yaklaştı. Ayakları dibinde durdu. Fırındaki köpek onu fark ettiğinde birden irkilip korktu. Ardından ayakları dibindeki ürkek gözlerle kendisine bakan köpeğin karnına şiddetli bir tekme savurdu. Kıtmîr karnına isabet eden kuvvetli tekmeyle inleyerek, kuyruğu bacakları arasında uzaklaştı oradan. Karnına atılan tekmenin acısıyla baygınlık ve güçsüzlükle karışık bir duygu içinde acı, kesik ulumalarla boynu bükük bir halde şehrin eğri büğrü sokakları arasında bir sağa bir sola yalpalayarak dolaştığında ekmek fırınında yaşadığı talihsiz acı olay kasaplar ve lokantalarda da yaşadı.
Karnına, sırtına ve başına atılan şiddetli tekmeler, sopalardan daha çok canını acıtan, kendisiyle aynı olduğunu düşündüğü köpeklerin ona düşmanca ve acımasızca davranışlarıydı. Bir zamanlar bir çiftlik evininin duvarına yazılan ‘Yedi Emir’i, “Dört ayak iyi, iki ayak kötü” özdeyişini anımsadı. Oysa bu şehirde ‘’Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!’’ özdeyişi kabul görüyor olmalıydı. Kıtmîr, hiçbir zaman dört ayağı üzerinde yürüyen hiç bir şeyden korkmamıştı. Şimdi sokaklarda dört ayaklılardan eser yoktu. İki ayaklıları üstünde dolaşan tek canlılar köpeklerdi. Şehirdeki tüm berberler, ayakkabı ve elbise mağazaları, attarlar, terziler, kahvehaneler, fırınlar, kasaplar, lokantalarda hep köpekler çalışıyor yine bu işyerlerinde sadece köpeklere hizmet ediliyordu. Köpekler elbiseler giyiyor, tüylerini rengârenk boyalarla boyuyor ve dört teker üzerinde giden metal kutularla bir yerden bir yere gidiyorlardı. Kalabalık insan yığınlarının bulunduğu sokaklar sadece köpeklerle doluydu İnsanların yerini köpekler almıştı. Kıtmîr köpeklerin yaşadığı bu şehirde kendisiyle aynı soydan olan türün yaptıklarına anlam veremiyordu. Köpeklerden tekme, taş ve sopalardan acıdan, nefretten, acımasızlıktan başka bir şey elde edememişti.
Bir köpek cehennemin içine düştüğünü düşünen Kıtmîr tamamen çöpe ve pisliğe bulanmış uyuz bir sokak köpeğini andırıyordu. Sokaklarda köpeklerin dikkatini çekmiyor, Karşılaştığı köpeklerin gözlerinin içine dakikalarca bakarak merhamet dileniyordu. Kalabalık yığınlar ilgilenmeden yanından geçip gidiyorlardı sanki bir köpek yokmuş gibi. Köpeklerin kin ve nefret dolu bakışlarından başka bir şey elde edememişti. Okşanmadan sevilmeden sevgiden yoksun tekmeler, sopalar altında korku dolu bilmediği bir dünyada karanlıklar içerisindeydi artık.
Kıtmîr, günlerce tekme, taş ve sopaların acısıyla nereye gittiğini bilmeden dolaştı. Korku içinde titreyerek çöplerden bulduğu kemik ve artıklarla karını doyurabildi. Karnını doyurabildiği saatler dışında sokaklarda aylak aylak Maximilian’ın kokusunu aradı. Uzun süre çöp ve pisliğin içinde kaldığı için artık sahibinin kokusunu ayırt edemeyeceğini düşünüyordu.
Umudunu yitirmiş halde fırçalaşmış kıvır kıvır kirli, diken gibi tüyleriyle çirkin, cılız, bir iskeleti andıran köpeğe dönüşmüş olan Kıtmîr başıboş bir o yana bir buyana yalpalayarak açlıktan canı çıkmış, başı dönmüş bir halde yürüyerek köpek cehennemini andıran şehirden çıkıp yürüyerek, orman yolundaki patikadaki dik yokuştan doğrucu mağarasında acı ve kesik ulumalarla uykuya daldı.