Connect with us

Öykü

Alperen Karakaya -Nezarethanede


“Şşş bu kadarı da fazla!” dedi görevli polis memuru. Aldırmayarak ağzıma gelen küfürleri savurmaya devam ettim. Gözaltından yeni çıkan birine göre beni fazla cüretkâr bulmuş olacaklar ki kolumdan tutup beni tekrar nezarethaneye doğru götürdüler. Gözaltından henüz çıkmış birini yeni bir suçlamayla yeniden gözaltına almaları hukukî mi bilmiyorum. Avukatım yoktu. Ben bir işçiyim, işçiyi kendisinden başka savunan olmaz.


Azıcık zorluk çıkarmış olabilirim. Bunu, koluma yirmi yıllık eşine sarılmadığı gibi sarılan polis memurundan anlıyoruz. Merdivenleri ayaklarım basamaklara değmeden indim. Artık kendimi şeyh ya da mehdi ilan edebilirim. Gıcırtıyla açılan nezarethane kapısından içeri kibarca itilmek suretiyle sokuldum. Fazla kibarca olmuş olacak ki yere kapaklanmam bir oldu. Ağzımda yuvarlanıp duran küfürlere bir yenisini ekleyip doğruldum. Kirli, uzun, eski nezarethane bankına oturdum.
İşte benden başka birinin olmadığı nezarethane bölmeleri ve bölmeleri ayıran, az önce sürüklendiğim dar koridor. 72 saat önce olduğu üzere yine buradayım ve yine gözaltı süremin dolmasını bekliyorum. Grevde tutuklanan arkadaşlarım çıkmışlar, ben ise polisleri çok sevdiğimden ya da soğuk nezarethane duvarlarına duyduğum aşktan olsa gerek bir türlü çıkamamıştım ya da çıkmamıştım. Belki de dışarı da beni bekleyen bir hayat olmadığındandır. Kendime güldüm. Geçici bir gözaltının beni müebbet mahkûm havasına sokması komiğime gitmişti.


Bir dal sigaraya mecbur bir özlemin içerisinde zamanı tüttürürken bir arbede gürültüsü dikkatimi cezbetti. Yine ayakları basamaklara değmeyen birinin merdivenlerden indirildiğini hissediyorum. Biz birbirimizi biliriz. Bağırış çağırışa kulak kabartırken fark ettim ki bir kadın sesiydi kulakları cırmalayan. Sırtımı dayadığım duvarın ardındaydı kadın bölümü. Neden buraya getirdiklerini anlamamıştım ki o anda görüşümde beliren suret “Ben buraya ait değilim.” diye bağırdı. İşte çağımızın çığlığı. “Beni kadın bölümüne götürmek zorundasınız. Ben bir kadınım” diye ekledi. Polisler pek oralı olmadan benim bulunduğum kısmın kapısını açtılar. Yeniden gıcırtılar. Onu da fazla kibar biçimde içeriye attılar. Neyse ki bu sefer nemli zeminden payını almış bir başkası, şahsım vardı da yere yapışmadan önce tutabildim onu. Benimki kadar profesyonel ve şık olmasa da onun ağzından çıkan küfürlerde etkileyiciydi. Toparlanıp üstündeki mini ama bol eteği düzeltti. İnce deri montunu hışımla çıkarıp yanıma fırlattı. “Of bıktım bunlardan” diyerek oturdu bir köşeye. Ölüm soğukluğu gibi bembeyaz güzel bir yüzü vardı. İnce alınmış kaşları, iddiasız makyajı ile en az 72 saatime ortak olmuştu. Her nasıl olmuş ise kırmızı ruju dağılmış ağzının bir kenarına kadar gelmişti. “Rujunuz dağılmış polis memuru ile mi öpüştünüz?” diye sordum. Güldü. Hafif ciddi bir tavır takınıp sordu “Sen neden buradasın?”. Çalıştığım fabrikada başlayan sonra bütün sanayi bölgesini saran grevimizi anlattım. Bu kez aynı soruyu ben sordum ona. “Bize tahammülleri yok bu alçakların. Bindiğim takside taksici beni taciz etmeye kalktı. Ben de adamı bir güzel patakladım. Suçlu ben oldum. Onu saldılar ben ise buradayım.”. “Vay şerefsizler!” dedim gizli bir kayıtsızlıkla. “Geçmişte taksicilik yapmıştım. İnsanlarla çok iç içe bir iş olduğu için tahammül edemedim. Arkadaşlar iyidir aslında ama var meslekte bu tarz adiler.”. Yanağındaki gamzesi kendini gösterdi “Desene meslektaş sayılırız. İkimize de binip para veriyorlar.”. Yüksek, cesur, feminen kahkahası aydınlattı dar koridoru. Gülümsedim. “Zor bir iş.” dedim. “Hukuk mezunuyum aslında ama o alanda çalışma imkânım olmadı.” Dedi umursamaz ama içten içe hayıflanarak. Şu işe bak avukata ihtiyacım vardı ama potansiyel avukatım trans bir seks işçisiydi. Bana yardımcı olma şansı pek yoktu.
Kısa sohbetimiz beni düşüncelere gark etmişti. Grevimizi düşünüyordum. Sarı sendikanın oyununa gelmiştik. En ufak hak talebinde bizi sözde bir sağduyu ile itidale davet eden sendika avukatlarımız beni ve arkadaşlarımı yalnız bırakmıştı. O ince sağduyuları yalnızca burjuvaziye yönelik bir tehdit olduğunda ortaya çıkar. Soru şu; Hangi sınıfın sağduyusu? Biz hiç olmaz ise kendi sınıfımızın sağduyusu ile kendimizi savunabilmiştik. Bunu grev aracılığı ile yapmıştık. Yanımda duran arkadaş ise kendi sınıfının sağduyusundan bile bir pay alamamıştı. Örgütlülüğün yaşamak için tek yol olduğu devrimizin sığ karanlığında yalnız bırakılmıştı. Gerçi biz de bizzat birbirleri tarafından yalnız bırakılmış bir sınıfın çocuklarıyız. Demir parmaklıkların ardında değil ötesinde bizi buluşturacak bir hayat yok mu?
Saatler sohbetimizin tatlı akıcılığı ile kısalıyordu. Birbirimize anılarımızdan, mücadele pratiklerimizden bahsettik. Hüzünlerimiz, hayal kırıklıklarımız başka bir mekâna aitti. Tutsak edilmişken soğuk duvarların arasına ve duygusuz, kayıtsız bir hayata ana konumuz mücadele pratikleridir her zaman. Yaptıkları yürüyüşlerden, basın açıklamaları ve eylemlerden bahsetti. Bende sınıf hareketinin eylemlerini anlattım. Yabancısı değildi ne işçi eylemlerine ne de sendikal ihanetlere. Dedim ya biz birbirimizi biliriz.
Sohbetten yorulduğumuzda nezarethane seyrimiz uykuya doğru daldı. Üzerimde yorgan yokken uyumak zordu benim için. Kabuslarımı örttüm üzerime. Yarı uyanık, huzursuz, tetikte, karmaşık bir zihinle daldım uykuya. Rüyamda beni tartaklayan polis memurunu dudaklarında kırmızı ruj, elinde polis copu üzerime gelirken gördüm. Saçma kâbusumun etkisiyle sayıklamış ya da tuhaf sesler çıkarmış olmalıyım ki hücre arkadaşım kötü bir rüya gördüğümü anlayıp beni nazikçe uyandırıp korkunç rujlu polisin elinden beni kurtardı. Hücreye itildiğinde onu tuttuğum gibi beni tutmuştu.
Dar koridorda ayak sesleri duyuldu. Göbekli bir polis memuru demir parmaklıkların önünde durdu. Elinde dilli kaşarlı bir tost vardı. Ağzı doluydu. Tost dolu tombul ağzını açtı: “Bu sefer bize zorluk çıkarmamak kaydıyla çıkabilirsiniz ikiniz de.”. “ Ho ho ho ! Tamamdır noel baba.” Diye cevapladım. Hücre arkadaşım güldü. Adam estağfurullah çekerek açtı pis gıcırtının uğultusunu.
Eşyalarımızı teslim alıp kapının önüne doğru yol aldık. Noel babayı dinleyip bir zorluk çıkarmadık. O ağır aksak, ben istekli adımlarla dışarı çıktık. Karakolun merdivenlerinden konuşmadan indik. Kimse kimseden dokunaklı bir veda konuşması beklemiyordu. Yapmadık zaten. “Kendine iyi bak.” Dedi gülümseyerek. Ortaya çıkan gamzesine odaklanmışken “Sen de.” diyebildim sadece. Arkasını döndü. Sigarasını yaktı. Yürümeye başladı. Arkamı döndüm. Sigaramı yaktım. Yürümeye başladım. Bir dahaki sefere bizi dışarda bekleyen bir hayat olmasını umarak.


2 yıl sonra
Yine işsiz kalmıştım. İşsizliğin verdiği ertelenmiş sorumluluklara girişme isteği ile ev temizliğine başladım. Eski gazeteleri zemin tozlanmasın diye kullanılmayan tabak çanakların altına seriyordum. Gözüme tandık bir sima ilişti. 3. Sayfanın köşesinde küçücük bir fotoğraf ve kısa bir başlık “Genç trans kadın nefret cinayetine kurban gitti.” 1 yıl öncesinin haberi.
Siyah beyaz gazete sayfasından gamzesi bir gökkuşağı gibi ışıldıyordu.
Son

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir