Öykü
A. Kadir Taş – Sabık Kitap
Bir çöp bidonun içindeyim şuan. Bidon bayağı eski, nerdeyse her tarafı çürümüş, yara bere içerisinde kalmış, inleyerek ayakta durmaya çalışıyordu. Delinmiş bazı yerlerinden dışarıyı görmek mümkün. İçindeki bütün kokuları alıyorum, iğrenç kokuyor. Bu kokuların detayına girmek istemiyorum ama hemen yanı başımda benim gibi eskimiş iki gazete nüshasından ve bir dergiden bahsetmek istiyorum. Gazete nüshalarından biri Haber, diğeri ise Öncü’ye ait. Dergiye gelince sayfalarının bir kısmı yırtılmış olan ağır yaralı bir canlı gibi. Adından bahsetmeden hikâyesini kendisi anlattı bana. Bir bakkal dükkânın sahibi sayfalarını birer birer yırtarak o sayfalardan külah yapıp içinde çekirdek satıyormuş. En son dükkândan alış veriş yapan bir öğretmen dergiyi fark edip bakkaldan satın alıp eve götürmüş ancak aynı günün sabahında eşi eski niyetine onu benim olduğum çöp kutusuna atıvermiş. Gazetelere ve dergiye bakınca içim acıyordu nedense. Eskimiş, değerini kaybetmiş, sonra akıbetleri benim gibi bu çöp bidonu olmuş matbu çalışmalar. Tahminim bu da yetmeyecek sabahın ilk ışıkları ile ilk çöp kamyonu kim bilir bizi buradan alıp nereye götürecek. Yüreğim ağzımda merak ediyorum doğrusu. Çünkü çok yoruldum oradan oraya sürüklenmekten, hırpalanmaktan, aşağılanmaktan ve hor görülmekten. Kimse bilmiyor belki ama duygularım ve bedenim acıyor. Bütün sayfalarım, minyatürlerim ve güzel ciltli kapağım, delik deşik olmuş durumda ki kapağımda Amasyalı Yakut’un hattına benzer bir hatla yazılan ismim ve eski usul de bir daktilo fotoğrafı var. Bu kapak içeriğime uygun. İlk basımım Mayıs 1960 ve ben yakın dönemdeki toplumsal açıdan önemli bazı olayları anlatıyorum. Türüm bir anlatı oysa ben bir roman olmak isterdim. Sonuç değişmez biliyorum ama bu konuda ısrarlıydım. Tabi biraz da sakıncalıyım.
Bidonun delinmiş bir yerinden dışarıya bakıyorum şimdi. Uzun bir sokağın bana yakın olan tarafından duygun bir köpek sesi geliyor. Yerler ıslak, bana doğru gelen köpek ara ara durup gökyüzüne bakıp tekrar yoluna devam ediyor ve o an köpeğin yanında ağır yüklü bir kamyon geçiyordu. Daha gün ağarmadığından kamyonun tam olarak ne taşıdığını bilmiyordum, açıkçası merak ettiğim de yoktu. Köpek bidona yaklaştı, bidonun sağını solunu, etrafını kokladı. Büyük köpek ırklarından, iri, sıcakkanlı, itaatkâr ve sevecen görünüyor. Ancak açlıktan bitap düşmüş durumda. Dilini dışarı sarkıtıp durduğunda acıyasım geldi.
Sonra bu duygulu halimden bir anda çark ettim, çünkü çektiklerim aklıma gelince merhametsiz ve acımasız oluyordum. Ben acınası durumdayken merhamet, vicdan benim neyime arkadaş! Geçmişimden bahsedince ne demek istediğimi, neden merhametsiz olduğumu daha iyi anlayacaksınız.
İlk sahibim üniversitede bir akademisyendi. İlk baskım yapıldığında Ambar Kitapevinden satın almıştı beni. Yazarımdan çok konum ilgisini çekmişti, bunu hissetmiştim. Yazarım da o dönemde çok bilinen biri değildi zaten. Gerçi o da yazanım olduğundan çok sıkıntı çekecekti önümüzdeki birkaç yıl içinde. Her gün içeriğimi satır satır okuyup bazı yerlerin altınız çizer ve kırmızı kaplı bir ajandaya bazı bilgilerimi not ederdi. Sonra bir gün beni evinin bahçesine gömmek zorunda kaldı. Kalın bir kâğıt parçasına sıkıca sarıp, siyah bir naylon poşetin içine koydu ve kazdığı derin çukura gömdü beni. İlk cezam da böyle başlamış oldu. On bir ay çukurda karanlığın ve körlüğün içinde cezamı çektikten sonra beni gün yüzüne çıkarttı. Sayfalarım nemlenmiş, kırmızı toprak kokuyordum. İlk fırsatta elden çıkartmak için olacak ki Nil Sahafa üzülerek sattı beni.
Nil Sahaf, dükkânın arka kısımlarındaki kuytuda kalan raflardan birine bıraktı 12,5×19,5 cm’lik varlığımı. Uzun süre sahafa uğrayan kadınlı erkekli genç yaşlı her kesimden insan kapağıma dokundu, sayfalarımı inceleyip yerine geri bıraktı. Dinleniyordum aslında, yerin altındayken serseme dönmüştüm havasızlıktan ama yine de diğer kitap arkadaşlarım yanımda olmasına rağmen okunmamaktan sıkılıyordum. Bir gün bir genç kızla erkek sahaftan satın aldılar beni. Üniversitede öğrenciydiler. Aksanlarından doğulu olduklarını anlıyordum. Her akşam dönüşümlü olarak sayfalarımı okuyup ülkenin yakın tarihini tartışıyorlardı. Kız daha iyi ve mantıklı çözümlemeler yapıyordu. Kızı sevmiştim, adı Masal’dı, erkeğin adını ise hatırlamıyorum. Onlar da evlerini taşırken beni çekyatın altında unuttular. Yeni ev sahibim ise
kışın beni yakmak istedi ki bu olgu bana Avrupa’daki bir lideri anımsattı. O da birçok arkadaşımı yakmıştı acımadan, vicdansızca. Son anda kızı kurtardı beni, onun yaşlı ve katil olabilecek ellerinden.
Kızı okumayı çok seven biriydi, benim gibi roman olmadığıma içerlenerek üzüldü. Bak bir daha hayıflandım roman olmadığıma. Uzun bir süre kızın elinde kaldım. Sürekli sayfalarımı okuyor, özellikle akademisyenin çizdiği yerleri daha dikkatlice inceliyordu. Beni okumayı bittirdiğinde geçmişi merak edip daha çok araştırmaya başlamıştı. Zaten belli bir süre geçince de kız beni okuyucularımın çoğalması niyetine İl Halk Kütüphanesi’ne hediye etti.
Kütüphanede ilgili ilgisiz, bilen bilmeyen birçok okuyucu, heves edip beni ödünç aldılar. Kimi zevkle okudu, kimi de sıkılınca yarıda bırakıp geri getiriyordu kütüphaneye. Böylece kütüphanenin nerdeyse bütün raflarını dolaştım. Arada benimle aynı içeriğe sahip kitap arkadaşlarla sohbet etmişliğim oldu. Gece sohbetlerimiz beni müsekkin yapardı.
Sonra kütüphaneye yeni bir memur geldi, merak sarıp beni okumaya başladı. Çok beğenince, beni okuması adına bir dostuna götürdü. Dostunun mercek gibi gözlükleri vardı. Her fırsat bulduğunda öğrenme iştiyakıyla özenle sayfalarımı çeviriyordu. Bu dost beni bir gün otobüs durağında unuttu, geri geldiğinde ise maalesef bulamadı. Onun akabinde beni fark eden orta yaşlı bir bekçi evine götürüp soluklandıktan sonra içeriğimi kendince baştan savma inceledi. Sanırım kitap merakı olmadığından beni evin bir köşesine bırakınca, uzun bir süre o köşede kendi kaderime terk edilmiş halde bekledim. Uzun, derin, hüzünlü ve endişeli bir bekleyişti benimkisi. Tüm bu olanlarla birlikte, aynı zamanda bayağı yıpranmıştım.
O köşeden bekçinin hanımının beni bir eskiciye satmasıyla kurtuldum ve benim için
yeni bir macera başlamış oldu. Eskici beni hurda niyetine ucuz bir fiyata almıştı ancak sokakta arabanın tekeri bir çukura değince yere düştüğümü fark etmedi. . Yoldan geçen sevimsiz, aksi ihtiyarın biri beni işte şuan içinde bulunduğum çöp bidonuna attı. Ona teşekkür mü etmeliydim bilmiyorum, kendisi bu kadar kitapseverken! Dün ikindi vaktinden beri buradayım. Çöp kamyonu handiyse gelmek üzeredir. Bu arada aklımdan parşömen ya da papirüs kâğıtlarına yazılarım yazılsaydı nasıl olurdu diye geçiriyorum veya tarihteki ilk yazılı kitap ben olsaydım acaba kıymetin bilinir miydi? Böylece beni önemli bir müzede konuk ederler miydi? Tam bunları düşünürken çöp kamyonun sesi yakından duyulur oldu. Biri kısa tıknaz, öbürü uzun ve biraz ebleh olan iki temizlik işçisi çöp bidonunu, kamyonun içine dökünce kamyon yavaş yavaş ilerlemeye başladı ve ben haliyle bundan sonra başıma geleceklerin telaşına kapıldım. Şehrin en ücra yerlerinden birine gideceğimizi tahmin ediyordum çünkü hep öyle olur, şehrin çöpleri toplanır ve şehrin en ücra yerlerinin birinde imha edilirdi.
Çöp kamyonu çöplerini ve beni şehrin en uzak ve izbe yerlerinden birine döktüğü sırada hava hem çok soğuktu hem de şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Benim bekleyen akıbetimden habersiz bir şekilde üşüyordum. Etrafıma bakıyorum, çöp yığınlarından nerdeyse sıra sıra tepeler oluşmuştu. Gözlerim ıslak ve nemli bir şekilde iyi dileklerimi mırıldanıyorum. Umarım diğer çöplerle birlikte beni de yakmazlar!