Öykü
Nilgün Turan – Beyaz Gemi
Hayatımda bir değişiklik olsa diyorum. Ama şöyle adamakıllı bir değişiklik. Mesela Kafka’nın Samsa’sı gibi bir böceğe dönüşmüş olarak uyansam bir gün. Kocamın kim bilir hangi iş gezisi nedeniyle eve gelemediği gecelerden birinin sabahında bir de baksam ki, artık ben, ben değilim. Bedeninden fırlayıp çıkmış onlarca bacağıyla havayı dövüp duran isimsiz bir böceğim.
Kocamın çıktığı iş gezilerinin işle ilgisi yok, daha ziyade kafam gibi memelerle, dolgun kalçalarla ilgili. Bunun hanidir farkındayım. Bütün o çok meşgul, işi gücü başından aşkın, yorgunluktan canı çıkmış adam pozları meselenin kılıfı. Eve gelince çantasını bir kenara fırlatıp koltuğa yığılıp kalmalar, günün nasıl geçti sorusunu lafı uzata uzata bin bir şikâyetle yanıtlamalar, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi diye diye oflayıp puflamalar, telefonda işle ilgili konuşurken sesini haddinden fazla yükseltip, bak gör nelerle uğraşıyorum, parayı nasıl kazanıyorum der gibi suratıma ekşi ekşi bakmalar falan, saçma sapan bir tiyatro sadece. O inanarak oynuyor, bense suskun gözlerle izliyorum onu.
Böceklerden nefret ederim aslında, hatta tiksinirim, içim kalkar evde bir yerde bir böcek gördüğümde. Yine de dönüşe dönüşe bir böceğe dönüşmeyi düşlüyorum. Hayal gücüm az biraz geniş olsa başka şeyler de düşlerdim belki, Kafka’dan kopya çekmezdim. Ama değil. Belki de diyorum kendi kendime, bazı insanlara lütfedilmiş özel bir yetenek bu; hayal kurmak, öylece hayallere dalıp gitmek, hayallerden kendine yeni bir dünya inşa etmek…
Yine de bazen, bir televizyon programında mesela, hayallerini anlatan, hayallerinden büyülü bir şeymiş gibi söz eden insanları dinlediğimde bir şeyler kıpırdanıyor içimde. İnsana hafiflik veren hoş bir hisle doluyorum, karnımda kelebekler uçuşuyor gibi oluyor. Bir gemi iskelesi geliyor gözümün önüne o zaman. İskelede demirli bembeyaz, kocaman bir gemi; ilahi bir çağrı gibi düdüğünü öttürüyor kalın kalın. İçimdeki o hafiflik hissi gitgide artıyor, özgürlüğe kanat açan bir kuş gibi duyumsuyorum kendimi.
Ama sonra, bavullarını çekeleyerek geminin merdivenlerini tırmanan, çıktıkları güverteden aşağıya el sallayan insanlara bakarken, o hoş hissin yerini, göğsümde gümbürtüler koparan bir korku alıyor, karnımın çeperine çarpa çarpa uçuşan kelebekler hızla yok oluyor. Ter içinde kalıyorum bir anda.
Kocamı kıskanmıyorum artık. Başka kadınların koynundan çıkıp gelmesini dert ettiğim yok. İlk zamanlar, ceketinde bulduğum bir saç teli bile kıskançlıktan kudurtuyordu beni. Kuduruyordum da sanki bir şey mi diyordum? Ne münasebet! Erkek kısmının gözü dışarıdaysa kadın ilk evvela kendinde arayacak kusuru derdi annem. Ben de kusuru kendimde arayacağım diye kendi kendimi yiyip bitirdim. Sen şöyle şöylesin, şuyun eksik, buyun kusurlu diyecek, yüzüme karşı bir dünya laf edecek, sözün bir yerinde de tutup kolumdan, boşuyorum seni, şimdi doğru babanın evine deyiverecek diye her şeyi içime attım durdum yıllar yılı. Ceketinde bulduğum saç tellerini, üstüne başına sinmiş, yıkansa da çıkmayan parfüm kokularını, suratı ne derse desin gözlerinin açık ettiği her şeyi hep sineye çektim. Sonra da alıştım zaten.
Geçen gelişinde Kenan, ablamın oğlu olur kendisi, dışı böcek resimli o kitabı unutup gitti de öylelikle tanıştım Kafka’nın Samsa’sıyla. Kitap okumayı sevdiğimden değil, öyle can sıkıntısından, kafam dağılsın diye elime aldım kitabı. Ama daha ilk cümlede hikâye beni içine çekti. Hayatımda adamakıllı bir değişiklik olsa diyen, ancak hayal gücü pek de geniş olmadığından neyi nasıl düşleyeceğini bilemeyen, kendiliğinden bazı hayaller ortaya çıktığında da korkuya kapılıp ter içinde kalan biri için, bundan daha yol gösterici bir hikâye olamaz bence. Hem yol gösterici hem dimağ açıcı.
Alıştım zannetmiştim, ama alışmamışım meğer. İçim alışmamış daha doğrusu. Kafka’nın yazdıklarını okurken anladım bunu. İçimdeki feryat figandan, boğazımdan aşağıya değdiği yeri cayır cayır yakarak yuvarlanan ateş toplarından, göğsümün gümbürdemesinden. İnsan kendine yapılan hiçbir fenalığa, onu kıran, yaralayan, canını yakan hiçbir şeye alışamıyormuş meğer. Alıştım sanmak, ne yapacağını bilememenin çaresizliğinden ileri gelen bir şeymiş. Evet, kocamı kıskandığım yok, kiminle seviştiği, kimin kulağına aşk sözcükleri söylediği umurumda değil. Ama ben umurumdayım. Daha fazla canımı yakamasın, artık bana kendimi önemsiz, üstüne basılıp ezilesi iğrenç bir böcek gibi hissettiremesin istiyorum.
Bir sabah uyandığımda kendimi bir böceğe dönüşmüş olarak bulsam diyorum. Ama Samsa’nın dönüştüğü böcek gibi de olmasam. Olmam da zaten. Benim hayalim başka. Ne onun yaptığı gibi yerine getirilmesi gereken sorumlulukları düşünerek kahredeceğim, ne başıma gelen şey yüzünden kendimi yiyip bitireceğim, ne kim der, hakkımda ne düşünür diye dertleneceğim. Hayır, bunların hiçbiri olmayacak. Ben öylece çıkıp gideceğim. Ardımda salgılarımdan yapış yapış olmuş bir yatak ve onlarca minik ayak izi bırakarak kapının altından süzüleceğim dışarı. Sonra doğru iskeleye, o bembeyaz, kocaman gemiye…